Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Yearly Archives: 2014

Pozitif “Düşünce de” Kazanır

Geçen yine Kürşat Başar programlarına benzer bir ortama düştüm. Bu yabancılaşmalar, kültürler arası değişimler güzel geliyor. Misal Fransa'da ya da Almanya'da falan olsa çok koyar ama burada her şey şekilcilikten ibaret olduğu için eğlenceli duruma geliyor. Fakat olmadık muhabbetler ve ekmek kapıları da yaratıyor insana (Manitasal durumlar değil malesef) Hanım kızımız diyor ki: "Bu işin sırrı güne iyi başlamak, güne nasıl başlarsan öyle gidiyor, bunu hem kahvaltı olarak düşün, hem zihinsel, hem bedensel. Ben yarım saat yürüyorum her gün, mutlaka yeşil çay, güzel bir kahvaltı. Zaten kahvaltının mutlulukla bir ilgisi var (gamzesini çıkarırcasına gülüyor) Amın olu da kendisine gelen gollük pasa sadece dokunarak kendisinin 2. takımının 3. golünü ağlara gönderiyor: "Eee güne iyi başlamak için günü iyi bitirmek lazım. Güzel uykuya dalarsam, güzel uyanıyorum. Off sorma hele Chris Rea ile uykuya dalmak..."

Neşe Doluyormuşcasına…

Gökten üç elma düştü, babası gördü balkondan; çok kızdı. “Her şeyin yeri, zamanı var”. Elmaların birini cebine attı, boş arsaya doğru koşmaya başladı. Hava tam ev ödevlerini ertesi günün ilk teneffüsüne erteleyip boş arsa duvarına kireçle kale çizmelik, Alman kale oynamalık, sonra da en yakın su kaynağına koşu yarışı yapmalıktı. Arsaya koşarken arada gözünü ayırmadan güneşe bakmaya çalışıyor, sonra önüne baktığında geçici körlüğün keyfini çıkarıyordu. Ailenin çekinik genlerinden zorla koparttığı kodlama; küçük şeylerden mutlu olabilme yeteneği. Hatta hiçlikten bile mutlu olabilir, boşluktan falan. Bi’ karadelik onu deli gibi mutlu edebilir mesela. Bisküvinin ortasındaki kremayı ambalajla sıyırıp sadece bisküvileri yese de olur, çubuk krakerin dibindeki tuzlar için sevinçten saçını başını yolabilir. Kimseden bi’ tur bisiklet almasa, kimse ona bisikletini bi’ tur teklif etmese de mutluluğundan eksilmez. Pınar ondan 11 yıl 4 ay büyük diye ağlasın mı yani? Pınar ona bakmıyor diye o Pınar’a gülümsemesin mi? Türkçe hocasının okuttuğu “Tahir ile Zühre”yi ve cebindeki elmayı hatırladı. Elmayı çok seviyordu, elmanın onu sevip sevmemesi hiç umrunda değildi. Elmayı yokladı, yerindeydi.

Helvadan Putlar

"Abi ama adam çok iyi hatip yeaağğ" Bir yalanı ne kadar çok duyarsanız, o kadar inandırıcı gelmeye başlar. Yalan olduğunu bilseniz bile... Senelerdir bu propaganda ile yoğuruluyoruz. Orta Asya'dan getirdiğimiz genlerimizde var herhalde bu durum. Başımızdakini hakettiğinden fazla yüceltmeyi çok seviyoruz. Adam ne kadar insanüstü görünürse gözümüze, bilinçaltımızda kendimizi biatımıza o kadar kolay ikna ediyoruz belki de. Uzun adam hakkında vasıfsal olarak çok da fazla abartılacak özellik bulamadıklarından olsa gerek, bu hitabetten çok yürüyorlar. Hakkını yemeyelim, olmayanı olduran tipler de var; misal Jöleli en son uzun adamın Putin ve Obama'yla birlikte günümüzde dünyanın kaderine etki eden 3 liderden biri olduğunu söylemiş. Böylesine coşanlar da var. Ama bunun dışında genel kabul, adamın iki üstün vasfının uzun olması ve iyi hatip olması şeklinde. Bunun dışında zaten zorlasan da bir şey çıkmıyor, eldeki malzemeyle bu kadar.

SIGMIYORUZ Dünyaya, Dar Geliyor…

DOĞUM
Derler ki, insanlardan önce ruhları yaratılırmış ve evrenin uzak diyarlarında bekleşirmiş ruhlar. Sırası gelen ait olduğu bedene yollanırmış sonra. Maç keyfimizi iyice kaçırdılar. Son yıllarda pek maç izlediğim söylenemez. Sadece goller ya da iddia oynadıysam karşılıklı gol olana kadar. Sebepleri malum. Cumartesi gecesi maçlarını maçkolikten takip ettim, havalar geç kararmaya başladığından, "ulaan saat 8, maç vardı sahi ilk yarısı bitmiştir" meraklıyla bakıldı sadece. Eve gelince ligtv.com.tr'den hızlı hızlı golleri özet geçtim. Onlarda da mesela sadece merak ettiğim ve dilendiğim adamlar gol attıysa. Maç özetine bile tahammülüm yok. Galatasaray maçındaki Umut'un golü ve akabindeki Bebeto sevinci. Tesadüf işte, 1 gün önce Galatasaray tribünlerinin sevilen ismi Güven'in oğlu olmuştu. Dedim caps alır yollarım, hem de yeni transfer adaşımı kutlamış olurum.

“Turn the Page”

Doğduğumuz gün hepimize birer rehber versinler. Gelecekte alacağımız kararların, hayatımızı hangi kavşağın neresinden ne tarafa götüreceğini uzun uzun anlatsın. Risk sevmemek, yaşla gelen bir şeymiş. Trafikte şerit değiştirmek bile akabinde ölümcül riskler doğurabiliyormuş. Yediğin tavuklar bile hormonluymuş zaten. Dünyada sanki hiçbir hamlenin riski yokmuş gibi yaşıyorken, daha küçücükken bile; 3.Dünya ülkesi olmayan herhangi bir yerde dünyanın en risksiz eylemi olan ekmek almaya giderken kafandan vurulup, aylarca komada yatıp sonra ölebiliyormuşsun hatta. Hiçbir yer güvenli değilmiş. Bu durum, güven arayışının anlamsızlaşması sonucunu yaratması gerekiyorken; aksine seni  daha bi risksiz ve güvenli varsayılan yollara itme anlamsızlığı yaratıyormuş. Ne dedim lan ben?

Süperlige Hoşgeldin Refetspor (Fasulyeden İletişim Hiz.Tic.A.Ş)

"Geldi bahar ayları, gevşer gönül yayları" temalı bir yazı vardı aklımda ama yoğun futbol gündemi nedeniyle gözler cadı kazanlarına çevrildi. Aslında bir bakıma aynı şeyler. Gönlümüzün içindekilerden biri de Futbol. Gerçekten futbol mu tabi o da tartışılır, onun etrafında dolaştığı hikayeler belki. Balıkesir'in maçını izlerken ve akabinde şehre asılan büyük bayrakları gördükten sonra aklıma geldi. Balıkesirli pek esnaf yok. Eskiden peynirciler Manyas'lı olurdu. Yoğurt satarlardı. Zeytinyağı falan. Bandırma'lı bir esnaf var, ona da Balıkesir muhabbeti yapılmaz, limonilik satıyor o da. Mahallenin esnaflarıdır bunlar. Gerçi kasap, manav, nalbur falan kalmadı ya pek. O zaman ismini koyalım: Cep Telefoncular, fırınlar, büfeler…

Hafif Sararmış Beyaz Yaka

“Günaydın” dedi kendi kendine. Yalnızlığıyla şov yapmayı seviyordu. Uykusuzluğun sabahlarında, özellikle 05:00 sularında günün ilk ışıklarını gözünde büyütüyor; belki de milyonların paylaştığı basit bi’ alışkanlığı, uyumamayı melankolik olduğunu düşündüğü ruhuna armağan ediyordu. Ruha da inanmıyordu halbuki ama metafizikle arası pek iyi olmadığından bazen kolaya kaçmak en iyisiydi; tembellik de bi’ ruh hastalığı ve o da ruh hastası olduğunun farkında olan çok sağlıklı bi’ ruh hastasıydı. Ağzındaki at tadını bastırmak için ufak bi’ parça çikolata kemirdi, at tadını özledi; sigarasını yaktı. Camı açtı, dumanı dışarı üfledi, mis gibi rutubetli beton kokusunu içine çekti. Daha iyi hissediyordu. 07:30’da işte olması gerekiyordu, bunun için evden 06:20’de çıkmalı ve buna rağmen poğaçasını metroya yürürken yemeliydi. İşte buna ayar oluyordu. Takım elbisesi kırışmasın diye omzuna asamayıp elinde taşıdığı çanta ve diğer elindeki poğaça iki elini de işgal ettiğinden; öğlene doğru midesini yakacak vişne suyunu yine içemeyecekti. Kimse de çıkıp “Bu mu lan derdin? Gavat!” demiyordu, kimseyle o derece samimi olmamasının avantajıydı bu. Tüm bunları düşünürken on dakika daha kaybetti. Önceki gece üşenip ütülemediği gömleğini ütüledi, yakın renkte kravat seçimini yaptı. Haftayı üçe bölüp giydiği üç takımından birini seçti. Pazar günleri tatil olduğundan her takıma iki mesai günü düşüyordu, bu da tatmin edici bi’ ortalamaydı. Beş saniyeliğine de olsa dişlerini fırçalayıp fırçalamamak arasında gidip geldi, ağzında hala at tadı vardı, fırçaladı. Biraz aynaya baktı. Gerçekten çok çirkindi, kendini kandıramayacak kadar. İnsan çirkin olduğunun farkındaysa ve biraz zekiyse başka yollar arar kendine karşı cinsle ilişkilerinde, hatta tüm sosyal ilişkilerinde. Çirkinliği kabullenip kabuğuna çekilmezse gittikçe çeneye vurur, sosyalleşir, “yakışıklı değil ama sempatik” bile olabilir. Mesela kısa boylular; tabii ki kısa boylular çirkin değil ama uzun boylulara oranla daha sempatik, yatakta daha iyi vs. olmalarıyla prim yapmak yerine uzun boylulardan daha kısa olmalarını dert ettiklerinden çoğu hırs küpüne döndü yıllarca. Neredeyse bütün diktatörler kısa boylu oldu, müdürler kısa boylu oldu, en iyi okulları kısalar kazandı, şovmenler, şarkıcılar... Dünyayı eşit ağırlıkçılar değil, kısa boylular yönetiyor.

edit: imla

Hah işte tam bizim vizyonsuzluğumuzu gösteren bir durum bu şimdi. Vizyonsuzluk kelimesi tam oturmadı, çok ciks durdu. Artık mahalle arasındaki lahmacuncuların bile duvarında yazan "since 1976, vizyonumuz: lezzet durağı olmak, misyonumuz: kesenize ve midenize hitap etmek". Kısmetsizliğimiz mi diyelim, üşengeçliğimiz mi diyelim, ileri görüşsüzlüğümüz mü, gece görüşsüzlüğümüz mümü, Tepecikli mi? Kuruçaylı mı? Kasımpaşalı mı? (Ulan o zamanlar Kasımpaşa maçlarına gitmek dilencilikti, şimdi politik bir tavır olacak neredeyse) Bloglar aldı yürüdü, tumblrlar falan çıktı, twitter keza... Akıllı telefonlar, zaytunglar... Bit pazarına nur yağdı, 90'lara rağbet... Çok iyi hatırlarım site için "Müfide İnselel-Fasulyeden" videosunu aramıştım. Aradın buldun, indirmesi bir dert, siteye koyma kısmını zaten hiç bilmedim, bilmiyorum, bilmekte istemiyorum galiba.

3565

2004 yılından beri, öyle ya da böyle, bir şekilde ayakta tuttuğumuz göz bebeğimiz FasulyedenKom’un -kaç kez kapandı, kaç kez açıldı unuttum- yeniden açılışına hepiniz hoşgeldiniz. 2011 Eylül’de ilgisizlik mevhumu nedeniyle ara verip, 2012 Haziran’da bir cansuyu olur umuduyla Tahmin Yarışması’na girişerek yaptığımız deneme de Avrupa Şampiyonası’nın bitmesi ile bünyede hüzün ve hayal kırıklığı bırakarak son bulmuştu. Bu süreçte sitenin fişini tamamen çekmek, nasıl desem, bir eşeklikler fasikülü formatında yayınlanan kişisel tarihimde kendisine hakettiği yeri buldu. Şimdi geldiğimiz bu noktada, muhtemeldir ki yine kimsenin -ya da iyimser olalım- çok az kişinin ilgi göstereceği yeni dönemde temel düsturumuz, buraya emek harcayıp yazı yazan, sayısı nerden baksan 20’den fazla kişinin dilediği her an yazısına ulaşabilmesini sağlamak olacaktır.