Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Tayyar Ahmet

Tayyar Ahmet her ayın ikisinde eve gece saat 2’de gelir. Karaköy’de işini halleder her ayın ikisinde.

Düzenli cinsel hayat diye ben buna derim işte. Her ayın ikisinde…

Apartmanın kapısını deliği bulmadan açar, tek seferde. Yüzü ayda bir kez güler, her ayın ikisinde…

Sekiz basamakta bir sağa dönerek, 4 molada iner evin tahta beyaz kapısına. Evin kapısı bir dışarıya beyazdır gerçi, o da apartman ışığınının düğmesine basarsa gözükür. Ahmet hiç basmaz o düğmeye. Karanlıkta görmeyi 17 sene önce öğrenmiş Ahmet. Çok sonra anlattı bize,

-Anamın karnı kadar huzurlu böylesi, derdi. Anamın karnı kadar karanlık, anamın karnı kadar huzurlu…

Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümü mezunu olduğunu söylediğinde gülmüştüm,. Diplomasıyla dişlerimi gömdü sonra…

Sordum;

-Neden kapıcısın abi sen? Mis gibi diploman var, bu diplomayla iş mi bulamadın?

-Olur mu lan öyle şey? Daha ikinci sınıfta iş teklifi yağıyordu abine…

-Ne derdin vardı da kapıcı oldun o zaman abi?

-Derdi olmayan kapıcı olamıyor mu? dedi. Neden sorduğumu çok iyi anlıyordu, şaşkınlığımı gözlerimden henüz 2. sınıf öğrencisiyken bile okuyabilecekken bunu anlamamış olması imkansızdı.

Sigarasını yaktı.

Ahmet’in sigarası boş olmazdı, bazı geceler emniyetini de açıyordu sigaranın işte. Her ayın her gecesi!

Eve girince her akşam yakıyordu cigarasının namlusunu, düşmanının kafasına ateş etmiş bir tüfeğin ucu gibi tütüyordu her akşam Ahmet’in sigarası. Her akşam kendi kafasına sıkıyordu Ahmet…

Ben konuşmuyordum, o konuşmuyordu, sigarayı yarılayınca anlatmaya başladı;

Okulu tam zamanında bitirdim, 1 tane ders bırakmadan, 1 dönem dahi uzatmadan, tam olması gerektiği gibi tam zamanında…

Çünkü siktir olup gitmek istiyordum oradan, bir an önce siktir olup gitmek!

Neden mi?

Askerliği yapmak için.

Mezuniyette kepi havaya attıktan sonra yere düşmesini beklemeden çıktım okulun kapısından. Sınıf arkadaşlarım 2. şampanyaya geçmeden ben askeriyenin kapısında bittim. Alın dedim beni, buradaki işim bitti, artık bedenimi, özgürlüğümü bir süre size emanet ediyorum…

Askerde daha fazla nöbet tutmak için olay çıkardım, komutanın birini deli olduğuna inandırdım. Adam cidden kafayı yedi, kendime zorla düşman ettirdim. Reçetesine günde 12 tane alması gerektiğini söyleyerek bir ilaç yazdım, o da bana günde 12 saat nöbet yazdı.

Nöbet istiyordum çünkü siktir olup gitmek istiyordum oradan, siktir olup gitmek koğuştan.

Askerliğimin yarısı kulübede geçti, her günün 12 saati kulübedeydim. Silahım çapraz, kafam rahattı. Askerliğimin yarısını yalnız geçirdim. Tezkereyi alacağım gün bile, nöbetimi tamamlayıp çıktım nizamiyeden. Hiç bir şeyi yarım bırakmadan gelmiştim o yaşa kadar, buna leke süremezdim.

Askerlik bitince de apartman apartman dolaştım bütün Moda’yı. Dilersem 2 yılda buradan bir ev alacak parayı rahatça kazanabilirdim ancak benim derdim o değildi, kapıcı olmayı kafaya koymuştum.

Kapıcı olup, kendi isteğimle her gece gömecektim kendimi bir apartmanın en dip köşesine…

Cümlesiyle beraber küllüğe gömdü zivanayı Ahmet, yenisini çıkardı gömlek cebinden.

-Her gün yeniden doğuyorum şu sigara gibi, gençler beni cebinden çıkartıyor artık yetişemiyorum pezevenklere. 2 tane ibnenin şarkısı yüzünden Tayyar Ahmet demeye de başladılar zaten!

Taze süt gibiyim amına koyayım, 1 günlük ömrüm var!

Dedim, abi neden peki? Neden üst kattaki Metin amcayı satın alabilecek bir gelecek varken bunu seçtin? Neden her gün çöp taşımayı seçtin?

-Sanane ulan! diye tersledi. Sigarasız konuşamıyor bu adam diye düşündüm.

Biraz daha sessizce oturduk, esrarın yanarken çıkardığı ses Ahmet’in gündüzleriydi, dumanı üflerken verdiği nefes ise geceleri…

Ara sıra gidiyorum Ahmet ağabeyin yanına, fırsat buldukça anlamaya çalışıyorum ama kapıcı olsa da bir psikoloğu anlamak çok zor oluyor.

O gece de bittim kapısında, ayın 2’siydi, Temmuz’un 2’si.

Kapıyı belinde havluyla açtı Tayyar Ahmet, bu sefer pek hoşlanmamıştı gelişimden, yine de buyur etti evine…

-Abi sen her ay başında bir değişik geliyorsun bu eve, hayırdır nedir bu istikrarının sebebi? diye sordum o içeride giyinirken.

-Sen beni mi gözetliyorsun pezevenk? diye girdi odaya. Dişlerinin arasında hala biraz gülümseme kalmıştı, kızamıyordu bu gece.

-Abi bir kaç kere gözüm takıldı, senin yüzün pek gülmez ama bu ay başlarında bi değişiyosun sanki, vallahi sabah çöpü bile bir farklı alıyorsun nasıl farketmeyeyim?

-Rakı doldurayım mı? diye sordu. Bu gece bütün sorularıma, soru ile karşılık vermeye yemin etmiş gibiydi.

-Koy abi, dedim. Koy ama sen de sarma bu gece, zaten pek vaktim yok halini hatrını sormaya geldim, biraz konuşalım kalkacağım.

Kalkamadım, Tayyar Ahmet’in hikayesini dinleyince o koltuktan kalkamadım, apartmanın en dibinde değil sanki magmadaydım o gece, yandım ama kalkamadım…

Önce beni karşısına oturttu Tayyar Ahmet, rakıyı doldurdu bardağıma, içini boşalttı sonra da…

Ahmet!’in babası, Fatih bey, mezarcıymış. Mezarcı dediysem mezarlıkta bekçi.

Önünde kocaman bahçesi olan bir evde büyümüş Ahmet, 2 kardeşi ile birlikte. O kocaman bahçeye her gün yeni fidanlar gelirmiş, bazen yaşlı çınarlar bazen de çiçek açmamış tazeler…

Ölüler ile oynarlarmış, çocuk dediğin kurcalar, Ahmet’de toprağı kurcalar, çıkan kemiklerden kendine oyuncaklar yaparmış.

Fatih bey bir gün eve başka gözlerle gelmiş, başka bir ağızla, hiç duymayan kulaklarla. Fatih bey, son ceset ile birlikte akli dengesini de gömmüş toprağa, aklına Fatiha!

Önce Tayyar Ahmet’in annesini soymuş çocuklarının önünde, kadıncağızın derisini, içeride yanan sobanın sıcak kenarlarına yapıştırmış. Çığlıkları 20 yıl önce ölen doktor Fethi Tosun dahi duymuş. Adamın toprağı ertesi sabah yükselmişti diyor Ahmet, sanki çıkmaya, gelip kadını kurtarmaya çalışmış rahmetli.

Sonra Ahmet’in kardeşi Filiz’e dönmüş Fatih bey, onu da ayak bileğinden tutup duvara savurmuş, 12 yaşında bir avuç kız, daha duvara değmeden bayılmış zaten. Küçük bir oyuncak bebek gibi süpürgeliğin üzerine düşüvermiş.

Ahmet en büyükleri, baba demiş, etme demiş ama dedim ya eve kulaklarını da gömüp gelmiş diye. Ahmet’i camdan fırlatmış Fatih bey, sigarasının izmaritini fırlatır gibi mümkün olduğunca uzağa, mümkün olduğunca hızlı…

Polisler gelmiş sonra, Ahmet hatırlamıyor, o da camdan fırlarken bayılmıiş.

-Hava değişimindendir, dedi ve dişinin arasında kalan son gülümsemeyi de yuttu Ahmet.

Fatih bey yolda fırsatını bulup polisin silahına davranmış, sonra da aynı çeviklikle kafasına sıkmış.

Kimse Fatih bey’in neden delirdiğini bilmiyor. Kimse bu mezarcının neden 2 kişiyi, evin salonuna gömdüğünü bilmiyor.

Tayyar Ahmet’e sordum, vallahi Boğaziçi de üniversite değilmiş diye cevapladı.

-Onca sene tüm zamanını psikolojiye verdim, dersten başka bir iş yapmadım ama babamın neden delirdiği hakkında bir bok anlamadım!

Abi, 3 kardeştik demiştin ama 3. kardeşine ne olduğunu söylemedin, dedim korkarak. Daha kötü ne olmuş olabilirdi aklıma gelmiyordu ama korkuyordum.

-Kudret’in yüzünü doğramış babam. Burnunu kesmiş, dudakları yok, dümdüz bir surat! Zaten sonra onu da yüzüstü bırakıp küçük odada ateş yakmış. O ateşe gelmiş polisler. Biri mezarlıkta müslümanların cesetlerini hristiyan adetlerine göre yakıyor sanmışlar, cinayetlere yetişemezken buraya son sürat yetişmişler sağolsun.

Bir memur olarak, yine devletimden utandığımı, yine başımı öne eğdiğimi hissetmiş olacak ki;

-Ölüye diriden daha çok değer verilmesine alışkındım bir mezarlık çocuğu olarak, koymadı bana, diyerek beni teselli etmeye kalktı Ahmet.

İçeriki odadan çıkan Filiz ile annesinin küllerini islami usullere göre gömdüler mü bilmiyor Ahmet ama önem de vereceğini sanmıyorum…

Kudret’i aramış senelerce, görsem tanıyamazdım diye korkmuş ama gözlerini de hiç gözünün önünden ayırmamış. Tüm İstanbul’u dolaşmış, polislerden, hastanelerden medet ummuş ama bir türlü bulamamış. Tüm İstanbul’un gözlerine baktım diyor, İstanbul’un gözlerini gördüm ama Kudret’i bir türlü bulamadım.

Rakıları tazeledikten sonra devam etti;

-Sonra bir gün eve bir postacı geldi, Belçika’dan mektup getirmiş. Benim tanıdığım tüm insanlar Avrupa Yakasında Karacahmet’i geçmediği için başta bir afalladım tabi, sonra bir baktım Kudret yazıyor zarfta. Kudret Overlevende!
Zarfı nasıl açtım anlatamam sana. Bir tane kesik, kopuk, yırtık, eksik yok zarfta, gencecik bir kızla sevişir gibi, hiç zarar vermeden. Ellerim tireyerek okudum mektubu. Belçika’lı bir aile almış bunu, biz sana bakarız yavrum demişler, götürmüşler Belçika’ya. Çok güzel estetik ameliyat olmuş, geçmişten bir iz kalmamış Kudret’te. İş kurmuşlar buna, her gece 1’de eve giriyormuş ama keyfi çok yerindeymiş. Beni çok aramış ama bir türlü bulamamış. En sonunda bir amir yardımcı olmuş Türkiye’den de öyle izime rastlamışlar. Okulu, askerliği öğrenmiş tebrik ediyor. Her ayın 2’sinde de mektup yazacağını söylemiş.

İşte o gün bugündür ben her ayın 2’sinde Karaköy’de postanenin önünde dikilir dururum. Her ayın 2’si bana bayramdır, Ayın 2’sinde bir mektup gelir ve ben sanki kardeşim yanımdaymışcasına sarhoş olurum. Belçika’da saat 1 olana kadar bekler, onunla aynı anda eve girerim. O sıcak yatağına yatar, ben annemle kardeşim gibi kendimi bu mezara sokarım.

Öyle senin tahmin ettiğin gibi karıya da gitmiyorum anlayacağın!

Hadi sen git, ben cigaramı yakacağım, Kudret uyumuştur çoktan Filiz’le annemi de yakmadan anmak olmaz…

Leave a Comment