Nerden başlamalı, nasıl anlatmalı bu çileyi bilemiyorum. Altar’ın tabiriyle hard diskin içinde hayat süren ben, nereden baksan 1,5 aydır filan internete girebilmek için işyerinden öteye gidemiyorum. Ee haliyle girmek istediğin siteler de zaman zaman Adult Content, Games, Political Organization, Violence bilmem ne gibi yer yer haddini aşan, insanı geren, gereksiz filtrelemelere maruz kalıyor. Gmailmiş, msnmiş, ftp, photoshop filan, hiç girmiyorum bile.
Nasıl başladı süreç, ben nerede hata yaptım, neden elalem iki tıkla yığınla siteye, derya deniz bilgiye ulaşırken ben kör kuyularda merdivensiz kaldım, anlatayım. Kastırmadan, imlaymış, noktalama işaretleriymiş, alıntıları tırnak içine almak gerekirmiş filan umrumda değil, hiç kusura bakmayasınız.
Bundan yaklaşık iki ay kadar önce, bir akşam saat 21.45 gibi Kadıköy vapurundan indim. Eve doğru gelirken dedim bari bir Akmar’a uğrayayım, bazı şeyler bakayım. Tam bazı şeyler bakıyordum ki; leş, pesimist, şiir yazmayı ve kendince lirik bir dil ile kendini anlatmayı çok seven, çeşitli internet platformlarında (blog olsun, sözlük olsun) yazarlık yaşamını sürdüren 20 kadar leş karı çevirdi etrafımı.
" Mangaratiba, Kızılderililer Sokağı'ndaki geçitte Portekizli'nin arabasına çarpmış. Bunun için geç kaldım. Tren, otomobili paramparça etmiş. Orası insandan geçilmiyor. Realengo itfaiyecilerini bile çağırmışlar.
Soğuk terler dökmeye başlamıştım; gözlerim buğulanmıştı. Jeronimo yanındakinin sorularına karşılık vermeye devam ediyordu:
Ölüp ölmediğini bilmiyorum. Çocukların yaklaşmasına izin vermiyorlardı.
Farkına varmadan ayağa kalktım. Bir kusma isteği içimi buruyordu, bedenim soğuk bir terle kaplıydı. Sıramdan çıktım, kapıya doğru yürüdüm. Herhalde bembeyaz kesilen suratımdan ürküp yanıma yaklaşan Bayan Cecilia Paim'in yüzünü bile farketmedim.
Ne var, Zeze? "
Diyecek bir şey bulamamıştı. Su akar yolunu bulur, diye fısıldayabildi sadece. Baktı önündeki resimlere. Tekrar tekrar baktı. Uzun uzun baktı. Mutlu olması lazımdı, öyle kandırmıştı şimdiye kadar kendisini. Onun mutluluğunu kendi mutluluğu olarak görmeliydi. Öyle görecekti, hep bunu düşünmüştü.
Bakıyorum da memleketimin her alanında olduğu gibi burda da erkek egemen hatta salt çoğunluk bir birliktelik yürütmektesiniz. Niyetim sayfayı pembeye boyayıp, kelebek, kuş, çiçek resimleriyle donatmak değil netekim, ama diyorum ki biraz oje kokusu, biraz topuk tıkırtısı gelse fena olmaz mı?
Kesinlikle yazmalıyım, çok fazla şey geçiyor beynimin hücrelerinden. Kovalar dolusu paylaşılacak anı, küvetler dolusu gülmekten kusturucu anekdot varken elim klavyeye gitmezse büyük ayıp olur.
Envai çeşit 3G reklamı ile gece, gündüz demeden hayatımızın, evimizin, ailemizin, mahremimizin orta yerine daldı yine telekomünikasyon sektörü. Türk insanı cep telefonundan arkadaşını arayıp “La Mahmut, aha bu sana girsin” demek için yanıp tutuşuyormuş demek ki. Turkcell’in iğrençlikte Bülent Ersoy ile yarışabilecek düzeydeki Merak Etmiyor musun? reklamlarını geçtim, Vodafone’un Zülfü Livaneli’nin Özgürlük şarkısını jingle seçmesinde kalakaldım. Bu konu ile ilgili 3-5 satırım vardı ama etilen.flagg karalamış, üşendim, gidin oradan okuyun. Madem konu sıkıntısı çekiyoruz, yine Vodafone’un Ali Sabancı’yı konuk ettiği reklam filmiyle ilgili iki satıra ne dersizzzz?
Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına
bir Temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının:
Önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun ve kahraman Rosinant'ı.
4 aydan fazlası oldu Cumhurbaşkanı “Tarihi fırsatı kaçırmayalım” diyeli. Öyle bir anda, spontane... Deyiverdi... Ne yaparsak kaçacak, nereye kaçacak bilmediğimiz gibi, bu tarihi fırsatın ne olduğunu da bilmiyoruz. 4 aydan fazla oldu, adı önce Kürt açılımı sonra Demokratik açılım kondu. Hala ne açılımı olduğunu, ve bilhassa kimin, ne kadar açılacağını bilmiyoruz. Sadece üstten birkaç düğme mi? Yoksa komple, anadan üryan mı?