Edinburgh Gezi Notlari (Instagram endeksi ile birlikte)
Iyi bir gezgin degilim, olamadim. Ya da olmadim. Yani, yeni yerleri gezmek, yeni seyler kesfetmek, evet, kagit uzerinde guzel duruyor, yapsam nefis olur, isterim de ama yani ehh, olmasa da yasarim mutlu mutlu. Ingiltere’ye gelince biraz isteyerek, cokca da kendimi zorla motive ederek gunubirlik ya da 1-2 gunluk yerlere gitmeye cabaliyorum oldukca. Madem siteyi actik, gelin Edinburgh seyahatinden aldigim notlari paylasayim sizle. Edinburgh gezisini Ekim sonunda yapmistim, muhtemelen Kasim’da yazmis olmaliyim bu yaziyi da. Yazinin sonuna kucuk bir fotograf galerisi de ekledim. Buyrun, Edinburgh…
Sabahin cok erken saatleri. Leeds tren istasyonunda, bizi 3 saatte Edinburgh’a goturecek treni bekliyoruz. O sirada Newcastle’a bira festivaline gitmek icin ayni treni bekleyen bir arkadasimla karsilasiyorum. Ayni trendeymisiz ama beyzadem first class almis biletini, farkli vagonlardaymisiz. Turkiyede bu durumda Turk arkadasina ne derdin, hah iste ben de “ohh zenginsin ya, bizi gormezsin tabi first class ehe mehe” dedim. Adam da karsisinda gereksiz sebeklikten agzi burnu oynayan bana olaganca ciddiyetiyle bileti 6 hafta onceden aldigini, haliyle normal sartlarda normal bilete verecegi parayla first class aldigini anlatti durdu. Yine Turkiye’de bu durumda Turk arkadasina ne dersin, hah iste ben de “ya olm birak, napiyorlar first class’ta, masaj filan var mi aguguebubu” sebeklige devam ettim. Adam halen daha Ingilizliginden bir milim sapmadi. Saptiramadim.
Tren geldi, York’a gidecegiz, orada aktarma yapip Londra – Edinburgh trenine gececegiz. Gittik, yaptik, gectik. Koltuklarimizi bulduk, daha yerlesmeden 3 saniye icinde neden 3 kurus fazla verip first class almadik diye kufurler etmeye basladik. Zira bulundugumuz vagon Sunderland deplasmanina giden sarhos Arsenal taraftarlariyla dolu!
Bu noktada bir detay, biz trene Leeds’ten sabahin 8’inde bindik, 8:30’da York’taydik haliyle bu abiler Londra’dan 6 civarinda bir yerde binmis olmalilar ve York’a geldiklerinde sarhoslar!
Benzerini bir-iki kez daha tecrube ettigim icin nasil bir yolculuk olacagini az cok biliyorum. Bu, yaslandigimi anladigim onlarca andan birisi bu arada. Yani 10 yil onceki ben olsam, muhtemelen yanlarina coker, Mesut Ozil’den girer, “Cimbomu nasil yenemediniz amk finalde”den cikar, “van Persie’den ne kadar nefret ediyorsunuz”la sorti yapar, “Sunderland’le mevzu var mi, saglam misiniz?” diye derinlestiririm muhabbetti. 10 yil sonraki ben naptim? Kulakligi takip mumkun olan en son sesle muzik dinleyip uyumaya calistim.
Neyse Newcastle’a kadar abilerle geldik. O kadar da fena azmis bir topluluk yoktu bu arada ama gene de deplasmana giden bir vagon dolusu sarhos futbol taraftari ne kadar sessiz olabilirse o kadar sessizlerdi.
Bunlar Newcastle’da indiler, bu sefer haftasonu tatili icin Edingburgh’a giden bir kiz kurusu ordusu dort bir yanimizi sardi, bunlar da sarap/rose filan iciyorlar. Yine hatri sayilir bir gurultu durumu var.
Bu arada, bu durum Ingiltere’de ozellikle haftasonunda tatil destinasyonlarina yapacaginiz her seyahatte karsilasacaginiz default gurultululuk durumu. Baska bir seferinde, Blackpool’a gidiyoruz, sabah treninde bize 20 kisilik sarhos, bagirmali, sarki turku soylemeli bir grup eslik etti. Olur makul. Biz Blackpool’da efendice gezdik tozduk, yedik ictik, geri donerken gene ayni 20 kisilik grup, ama bu kez haliyle cok cok daha sarhos olarak gene dibimizde. Iskence gibi. Neden cozemedim, kimse bu durumdan cok da rahatsiz olmuyor bu arada. Yani belki rahatsiz oluyordur da ses etmiyor. Acaba bu taskin genclere bulasmayalim, basimiza bela almayalim sinikligi mi gecmis topluma, yoksa toplumsal geleneklerden birisi olarak hak mi kabul ediliyor bilmiyorum.
Sonunda Edinburgh tren istasyonuna 11 civarinda indik. Bu arada ozellikle Newcastle sonrasi yolculuk cok keyifli, gidis yonune gore sag tarafta oturursaniz guzel bir deniz manzarasi esliginde seyahat edersiniz. Biz naptik? Solda oturup cayir cimen kurt, kuzu izledik.
Edinburgh tren istasyonu sehrin iki ana bolgesi, old town ile new town arasinda bir vadide kaliyor. Bu arada baska anektod; sehrin asil gorulmesi gereken yeri Old Town tabi ki. Edinburgh kalesi, katedraller, tarihi binalar, muzeler vs orada. Ancak New Town denince de kafanizda yeni sehir, Levent-Maslak hatti canlanmasin. Old ve New Town, ikisi birlikte UNESCO’nun World Heritage Sites listesinde bulunuyor.
Hatta dur bir dakka, formati su hale sokayim:
New Town @ Edinburgh
Dedim ya, ismindeki “New” iluzyonuna aldanmayin, sehrin bu yeni yakasinin insaasi 1760’larda basliyor ve kademe kademe 1850’lere kadar suruyor. Sehrin kuzeye genislemesini, 1680lerde o zaman sehirde ikamet eden ve Albany ve York duku olan, daha sonrasinda ise Ingiltere krali olacak olan 2. James onermis. Onerisinden hemen sonra sehri terketmesi dolayisiyla olsa gerek, sallamamislar James abimizi ancak 1760’larda artik sehir asiri kalabaliklastigi ve Aydinlanma caginin getirisi ile sehirde refahi artan yeni profesyonel tayfa (beyaz yakalilar?) sehrin eski binalarini begenmedigi icin yeni sehrin insaasi basliyor. Anladigimdan degil ama, okuduguma gore yeni sehir neo-klasik ve Georgian donemi mimarisi binalarla insa ediliyor ve sehir planlamasi acisindan bir sahaser olarak kabul ediliyor.
New Town’un en onemli caddesi Princes Street, burasi aslinda alt tarafi gunumuz ulusal ve global markalarinin magazalarina ev sahipligi yapiyor, haliyle bir numarasi yok ama Edinburgh Kalesi ve Old Town yapilarini tam karsidan gordugu icin, ozellikle ogleden sonralari caddeyi boydan boya yurumenizi tavsiye ederim.
Tam paralelinde, George Street yine sehrin bu bolgesinin yurumesi keyifli caddelerinden birisi. Her dikine yol kesisimi, hem heykelleri hem de eski sehre guzel bir acidan baktigi icin kent planlamasi acisindan hosuma gitti. Caddenin bir ucunda Charlotte Meydani, diger ucunda da icinde Melville anitini barindiran St. Andrew Meydani yer aliyor. Bu Melville Aniti da Henry Dundas adinda bir politikaci icin dikilmis 40 kusur metre, Roma sutunlarini animsatan bir yapi. Yapistir instagrama.
Ama benim kisisel favorim her ikisinin tam ortasinda bulunan nispeten daha dar, izbe ve manzarasiz, ama guzel restoran, pub ve whiskey houselerin bulundugu Rose Street oldu. Yeme-icme isleri icin burada zaman gecirmenizi oneririm.
Prince Street uzerinde Scott Monument isimli gotik bir anitimiz var. Walter Scott isimli bir yazar icin dikilmis olan 62 metrelik bu anit, dunya uzerinde bir yazar icin yapilmis en buyuk anit olma ozelligi tasiyormus. Tatava yapma, cek, at instagrama…
Royal Sottish Academy ve Scotish National Gallery binalarinin onunden gecerek eski sehre dogru yuruyoruz. Gallery mallery gezmedigimden burayla ilgili anlatacak bir seyim yok tabi ama iste beklentileri karsilayan ama ohaa dedirtmeyen, zaten her Avrupa sehrinde gorebileceginiz eh iste binalar, instagrama da atmayin bosuna, en fazla 10-15 like gelir. Mezarci olmayin, daha cok firsat var onumuzde.
Old Town @ Edinburgh
Old Town icin nereden baslasam. Bir kere sunu soyleyeyim en bastan, ortacag karakterini modern hayata Edinburgh kadar sorunsuz entegre edebilmis cok az sehir vardir herhalde dunyada. Oyle bir yer gezip gormuslugum yok elbette ama, Edinburgh bu acidan baya baya etkiledi beni. Tabi her sehrin bazi kisimlari bu entegrasyona sahip olabilir, Roma da yapmistir bunu, Paris de, Viyana da. Hatta tarihsel doku koruma ozurlu bizlerin Istanbulu’nun bazi kisimlari icin bile dersin bunu belki, ama komple butun bir sehri bu kadar iyi koruyup, modern zaman ihtiyaclarina da cevap verebilecek hale getirebilmek cok ama cok muhim hadise. “Well done boys” diyoruz.
Gezme konusundaki tavrim belli. Boyle kirk yilin basinda gittigim yerlerde de gideyim galeri goreyim, park goreyim, muze goreyim insani degilim ama sokaklarda gezmekten inanilmaz keyif aliyorum. Edinburgh Old Town bu acidan oldukca tatmin edici oldu benim icin. Instagram like/post performansina bakarsak sehrin bu kismi yani Old Town, komple alev almis, 100+ like almazsan gel yuzume tukur.
Holyrood Sarayi’ndan baslayip, Edinburgh Kalesine kadar giden Royal Mile yurunmesi elzem, liste basi rotaniz. Bu rota uzerinde Ingiliz Kraliyet Ailesinin Iskocya’daki resmi konutu olan Holyroad Sarayi (paraliydi, girmedim, girmeyin), Iskocya Parlemontosu, (kapaliydi, giremedim, gensoru vermeyecekseniz girmeyin), The People’s Story isimli bir muze (beles, girdim, girin), The Museum of Chilhood (beles, girdim, girin), Writer’s Museum (beles, gec gordum giremedim, girin), John Knox’un evi, St. Giles Katedrali, Adam Smith, David Hume dahil onlarca heykel, hediyelik esya magazalari, kasmir ve yun tekstil magazalari, Advocate’s Court basta olmak uzere yurumesi keyifli alt gecitler, dar sokaklar, whiskey houselar, her yerde nefis tas binalar, yani ozetle instagramlik tonlarca malzeme ve en sonda Edinburgh kalesi bulunuyor. Cek cek at, cek cek at, tiktiktik, layout ile boomerangla bile gider.
Edinburgh kalesi sehre hakim volkanik bir tepenin uzerine kurulu, iste malum, sehrin dunyaca unlu kalesi. Hemen girisinde Esplanade denilen meydanimsi bir alan var, sehri hakim tepeden izlemek icin son derece elverisli. Kalenin girisinde Scottish kraliyet ailesinin Latince mottosu “Nemo me impune lacessit” yaziyor. Tabi bugun Iskoc kraliyet unvanlari Ingiliz Windsorlara ait oldugu icin, ayni ifade bu Elizabethci tayfanin Iskocya’da kullandigi hanedan armasinda da yer aliyor. Anlami birebir ceviride “bize saldirip, cezasiz kalan olmaz” gibi bir sey. Gunumuz Turkcesine “atara atar, gidere gider” diye cevirmek uygun duser sanirim. Zaten giriste William Wallace reisin heykeli de var, haliyle baska bir ceviri akla gelemezdi.
Kaleye giris £18 mi, £20 mi ne. Verdim mi? Vermedim. Hahaha, biliyorum cok salakca. Yani Edinburgh’a gidip, sehirde tek bir sey yapilacaksa o da kaleye girmek olmali di mi? Yani belki haklisin da, ben “18 pounda kac duble viski icerim lan ohooo” diye bir aritmetige sigindim ne yazik ki.
Cok da manasiz degil aslinda ya; kaleyi disardan gormekten aldigim keyfi, icerden gormekten alacagim keyfe oranladim. Disardan gormek cok daha yeterli ve tatmin edici geldi, ben de viskiyi sectim. Iceride de savas muzesi, surlar, duvarlar, taslar, zindanlar filan varmis. Meraklisi sever. Beles muzeye koysalar, ben de severdim.
Neyse, viski demisken kaleden cikar cikmaz, hemen sagda The Whiskey Experience diye bir yer goreceksiniz. £10 pound mu ne girisi. Verdim mi? Verdim! Icerde viskinin -Scotch daha dogrusu- tarihi, hangi asamalardan gecerek uretildigi rayli bir sistem uzerinden gezmeli, seslendirmeli, videolu filan anlatiliyor. Turun sonunda bir iki tane viski gurusu abi, sorularinizi cevapliyor, bir seyler anlatiyor. O kisimda binlerce viski siselik bir koleksiyon sergileniyor ve en son kisimda iki farkli viski tadimlik olarak ikram ediliyor. Tadim bardagi sizde kaliyor. Porsiyon az, viskiler guzel. Viski anlatimi vs biraz yavandi ama, gezimizin basindan beri instagram kovaliyoruz farkettiginiz gibi, haliyle girin, dogru tagler ile sadece o koleksiyondan 50+ like garanti.
Arthur’s Seat
Arthur dedigimiz bu meshur King Arthur, hani Camelot, Excalibur filan, tanirsiniz. Seat dedigimiz de oturak. Ozetle Arthur sehre gelmis, 250 metrelik yuksekligi olan bu tepeye kurulup, Edinburgh’u seyrederken oturak alemi yapmis. Gibi. Sanki. Galiba.
Tepenin benim sayabildigim iki tirmanis/inis rotasi var. Kolay olani ve benim tavsiye edecegim Royal Mile’in baslangic noktasi olan Holyrood Sarayinin hemen ordan yukari tirmanan bir parkur. Zor olan guney bati yonunden yapilan, daha outdoor cabasi gerektiren tirmanis. Biz naptik, bu guney-bati girisini kullandik ve imanlarimizi gevreterek, kan ter icinde kalarak zirveye ulastik. Edinburgh’a gelirseniz kesin bu tepeye tirmanin ama dogru parkuru sectiginizden ve dogru ayakkabi/mont giydiginizden emin olun. Yoksa resmen iskence.
Ha ne var burada, temelde bir sey yok, tepe iste. Kendinizi Highlander tribine sokup sehrin her bir noktasini yukardan keyifli ve soguk bir ruzgarin esliginde izleyebilirsiniz. Instagram kismi biraz muallak. Yani manzara nefis, kendi gozunle gordugunde like butonunu bozasin geliyor ama dogru fotografi cekmek maharet ister. Yani beles like yok burda, cabalamaniz lazim. Yoksa sacma bir yukseltiden sacma bir sehre bakiyormus gibi olursunuz. Instagram yetilerine guvenmiyorsan, yerine gore 20 like ya eder ya etmez. Dijitalize olmayan manzara guzel ama. Tertemiz hava, yemyesil bir zirve. Nefes alip vermekten daha guzel like mi var be dersin, o derece. Ha sen bu isin kurduysan zaten, ekmegini tastan cikariyorsan, Arthur’s Seat senin yerin, tutabilene askolsun.
Seyahatin akilda kalan 3 temel noktasini anlattim, bundan sonrasi kucuk notlar seklinde olsun.
Diger notlar:
– Kilt giymis Iskoc erkekleri, sokak basinda gayda ile Iskoc ezgileri calan abiler fiks zaten. Olmamasi abes olurdu.
– Neden oldugunu anlamadim ama Kasmir cok populer bir meta araci. Erkekler icin kayda deger bir sey yok, geciyorum.
– Ben izlemedigim icin bilmiyordum ama Victoria Street, Harry Potter filmlerinde kullanilan bir mekanmis. Filmden bagimsiz, her halukarda guzel sokak. Gorunuz. Ee artik ben intagram demeden mesaji almis olmaniz lazim.
– National Museum, beles bir muze. Kesinlikle en az 2-3 saatinizi ayirin. Muzede teknoloji, tarih, sosyal hayat vs. gibi kategoriler esliginde zengin icerik sunuluyor.
– Ghost haunting olayi sehrin fenomen etkinliklerinden birisi galiba. Her yerde tur vs afisi tabelasi var. Ne oldugunu anlamadim ama kulaga tam Japon turist isi gibi geliyor, senlik benlik bir sey yok. Bir de dungeon mungeon filan isleri var, dunyanin en gereksiz aktivitesi oldugundan geciyorum.
– Biz Halloween’de gittigimiz icin sehir eglencesi bu konsept uzerine kuruluydu. Kiyafetlere cok saglam emek ve para harcanmis belli, cok yaratici ve basariliydi. Zaten her yerde halloween partileri vardi ama olmasa dert eder misin, sanmam. Halloweenle buyudun sanki.
– Harry Potter’i yazan abla burada bir kafede oturarak yazmis. O kafe de ugrak turistik mekanlardan birisi. Icerde masa bulunmuyor o derece. Ha gene sana, bana gelmez tabi.
– The White Hart (TR: Ala geyik), Grassmarket uzerinde bulunan sehrin en eski pubi oldugunu iddia eden bir yer. Bina 1500lerden, pub da 1700lerden beri ordaymis. Ha bu eskilik, ilklik durumunun getirisi ne belli degil. Gene de otur bir viski ic, bir sey kaybetmezsin.
– Zaten Royal Mile uzerinde 1400’lerde, 1500lerde insaa edilmis ve halen daha ayakta, icine girip gezebilecegin epey bina, sokak, gecit var. Bu acidan da benden buyuk takdir kazandi sehir. Istanbulda da Ayasofyaydi, Galata Kulesi’ydi, Topkapiydi vs derken eski bina eksigin yok ama, yukarida da dedigim gibi Edinburgh’da sadece turistik yapi olarak degil, halen daha sehir hayatinin icinde bu eski tas binalar. Sehrin sana verdigi ortacag kenti havasi da buradan geliyor elbette. Bizim Istanbul, gectim ortacag, 1950’ler havasi bile veremiyor.
– Greyfriars Kirkyard diye bir mezarlik var. Biz gene Halloween konsepti diye gece yarisi girdik, gezdik. Mezar taslarindaki hikayeleri okumak keyifli.
– Kayda deger degil de, bu mezarligin girisinde Bobby diye bir kopegin heykeli var. Her gecen burnunu elliyor. Ee mecbur sen de elliyorsun. Ugur gibi bir sey galiba. Kopek de su meshur hikayedeki kopek, hani sahibi olunce hayatinin sonuna kadar yattigi mezarlikta (ki Greyfriars Kirkyard oluyor o da) beklemis filan. Filmi de mi vardi hatta? Kopegin adina heykelin orada bir pub da var. Gene senlik, benlik bir sey yok.
– Burnunu elliyor deyince hatirladim, sehir merkezinde de bir heykel (hangisiydi unuttum), onun da ayak basparmagi elleniyor. Denk gelirsen sen de elle, az biraz toplumla uyumlu ol.
– Calton Hill sehrin baska bir hakim tepesi. Arthur’s Seat’ten daha yakin bir deniz ve sehir manzarasi vaat ediyor. Biz gec farkettik ve artik takat kalmadigi icin cikmadik. Sen gidersen sen cik, bende uyandirdigi his buradan guzel like gelir.
– Iskoclarin geleneksel yemegiymis beni keklemedilerse, Haggis, iskembe zarinin icini doldurulan sakatat, sogan, baharat, pirinc/bulgur/yulaf vs. Uzum de vardi galiba. Patates puresi ile sulu bir sekilde servis ediliyor. Sakatat meraklisiysaniz deneyebilirsiniz. Ben cok begenmedim. Yani kotu manasinda demiyorum bunu, siradan sadece, cok bir numarasi yok.
– Ozel bolum acmam lazimdi muhtemelen ama hem yoruldum hem de malumun ilami olacak. Viski icin! Sehirdeki publarin neredeyse hepsi whiskey house olarak konumlanmis. Her barda onlarca cesit viski bulunabiliyor. Onun disinda her yerde perakende viski magazalari da var. Hepsi oyle midir bilmiyorum ama gezdigim magazalarin birinde UK’de marketten de bulabileceginiz markalari normalden biraz daha pahali sattiklarini farkettim. Haliyle bana kafakolcu gibi geldiler. Ama ozel markalar, ozel seriler vs anlayan birisiyseniz gezmenizi oneririm.
Yeter anlattigim, buyrunuz geziden fotograflar:
Aferin Reşo. Gidip sadece kaleyi gezsem yeter. 18£ a Edinburgh…