Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Bizim Mağripli Çocuklar Aklın ve Bilimin Peşinde

Ortaokuldan beri biliriz Emeviler döneminde İslam ordularının İspanya’yı fethederek Endülüs Devleti’ni kurduklarını. Ezberletildi bir şekilde. Lakin Fatma’nın Eli yazısını yazarken bu simgenin Alhambra Sarayı’nda bulunduğunu öğrendikten sonra, kıta Avrupası’nın ilk Müslüman Fatih’i Tarık bin Ziyad’ı yazmaya karar verene kadar 7 yüzyılı aşkın orada kaldıklarından haberim yoktu.

Elbette İber yarımadasındaki Müslüman etkilerini, Endülüs’ü, Alhambra Sarayı’nı vs. ’genel’ kültür adı altında atmışım hafızaya ama ne yalan söyleyeyim, bir 100, bilemedin 200 yıl kalmış, sonra da çekilmişlerdir sanıyordum. Ee zaten 711’de ayak basıyorlar, 750’de Emevi hanedanlığına son veriliyor. Ezberletilen tarih bu işte. Emevi bitince, Endülüs de bitti sanıyorsun. Oysaki 500 yılı aşkın süre neredeyse tüm İspanya’yı yönetmiş, 1492’ye kadar, yani 780 sene yarımadada kalabilmiş, tüm hispanik kültürü baştan aşağı değiştirmiş, anlı şanlı Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm ömründen daha uzun süre Batı Avrupa’da kendine yer bulmuş Müslüman bir devlet var oralarda.

Hadi geçtim Osmanlı’nın tüm ömrünü, Osmanlı 1352 yılında Gelibolu yarımadasındaki Çimpe Kalesi’ni alarak ilk kez Rumeli’ye, yani bir bakıma Avrupa’ya ayak bastığında, Avrupa’nın batısında 641. yılını yaşamakta olan bir kültür bu bahsettiğim. Akıl alır şey değil.

Neyse, yetmedi mi daha yeni yazdığım Tarık bin Ziyad yazısı ki, Endülüs ile devam ediyorum? Valla ne yalan söyleyeyim, tadı damağımda kaldı. Hem bir tane de eleştiri aldım, “politik, askeri başarı tamam da, asıl olay bilimdi orada, hiç bahsetmemişsin” diye. Gerçi yazının son paragrafına bir şekilde İbn’i Rüşd’ü sokuşturmuştum ama açmakta fayda var.

Önce kimden bahsediyoruz, ondan başlayalım. Bize din kültürü ve ahlak bilgisi ile tarih derslerinde Emeviler’in gidip Endülüs’ü aldığı anlatıldı. Yanlış sayılmaz, o gün İslam Devleti’ni Emevi hanedanı yönetiyordu ama asıl bahsettiğimiz insanlar, yani İspanya’yı fetheden Tarık bin Ziyad’dan, birazdan bahsedeceğimiz bilim adamlarına kadar hepsi Batı’nın The Moors diye tanımladığı, Osmanlı’nın Mağripli diye çağırdığı bir topluluk aslında. Berberiler olarak da bilinen Arap kavmi. Kuzey Afrika’nın batısı. Tunus, Fas, Cezayirliler. Ha bize sorsan çöl kavmidir. Tırttır, işe yaramazdır ama İslamiyetin altın çağını da bu adamlar başlatmıştır. Bu altın çağın nasıl bittiğine dair kişisel savımı da yazının sonuna sakladım.

Beni fotoğrafları ile mest eden Alhambra Sarayı ile başlayalım.

Alhambra Sarayı

Granada şehrinde 889 yılında küçük bir kale olarak inşa edilmiş olsa da, Alhambra, 11. yüzyılda Mağripli Granada Emiri Muhammed Nasır tarafından büyük duvarlarla çevrili bir saraya dönüştürülmüş, 1333 yılında Granada Sultanı Yusuf (Sultan dediğime bakmayın bu da emir büyük ihtimalle. Bu heriflerin sıfatları çok karışık) tarafından da saltanat sarayı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Uzunluğu 740 metre, genişliği ise 205 metreye kadar çıkan sarayın yüzölçümü 142 bin metre kare. (Topkapı Sarayı 600 bin metre kare bir alana kurulu) Büyüklüğünden ziyade bu sarayı eşsiz yapan muhtemelen arabesk işlemeler ile bezenmiş duvarları. Bizim bugün çöl kabilesi diye aşağıladığımız Mağriplilerin 11. yüzyılda ortaya koydukları bu eser İslam mimarisinin altın çağının en somut ve tartışmasız kanıtlarından bir tanesi. Gidip görmedim ama, fotoğraflarına bakarak bile bizim Topkapı Sarayı’nın kuruluğuyla kıyaslayınca hayran olmamak mümkün değil.

Alhambra, reconquista sonrasında Hristiyan kralların Rönesans etkisi ile yaptıkları eklemeleri de puan olarak hanesine yazınca kazandığı eşsiz kimlik ile UNESCO’nun Dünay Mirasları listesinde yer alıyor.

Saray’ın diğer kerametleri arasında yaşam alanları ile su havuzlarının iç içe müthiş bir uyumla tasarlanmış olması, kapı ve pencerelerin konumlarının ışığı en etkin ve büyüleyici şekilde kullanabilmek için çok ince hesaplanmış olması sayılabilir.

Dediğim gibi ben gidip göremedim, sarayla ilgili yorumları gidip görenlerin yapmasını daha uygun bularak ben size birkaç fotoğraf sunayım ve yazının asıl konusu olan Endülüslü bilim adamlarına geçeyim.

Abbas Kasım İbn Firnas (810- 887)

Yine bize Hezarfen Ahmed Çelebi’nin 1632 yılında uçmayı ilk başaran insan olduğunu anlattılar. Mağripli Abbas İbn Farras uçmayı kafasını koyan ve bu uğurda ‘bilimsel’ çalışmalar yaptığı bilinen ilk insandır. Hatta makul bir süreliğine uçmuş, güvenli şekilde yere inebilmiştir. (Uçuş denemeleri hakkında şu İngilizce kısa videoyu izlemenizi tavsiye ederim.) Al-Maqata adını verdiği bir su saati icat etmiştir. Güneş sistemi ve gezegenlerin hareketlerini gösteren modeller tasarlamış, şimşekleri, fırtınaları incelemiş, bu çalışmaları hürmetine bugün Ay’da bulunan bir kratere onun adı verilmiştir. Cam üretme teknikleri geliştirmiş, ışığı düzelten camlar icat ederek modern optiğin öncü mucitlerinden birisi olmuştur. Kaya kristallerinin kesimine yönelik endüstriyel icatları ile o günlerde Mısır’a bağımlı olan kaya kesim sektöründe Endülüs’ü dünya lideri yapmıştır.

Maslamah Ibn Ahmad al-Majriti (? – 1008)

Döneminin ve coğrafyasının neredeyse tüm bilim adamları gibi bir çok farklı alanda çalışmalar yapan (polymath) bu Mağripli büyüğümüz, astronomi, kimya, matematik, ekonomi alanlarında çalışmıştır. Döneminin en füturistik kimyageri ve matematikçisi olarak anılmaktadır. Vergilendirme ve ekonomi üzerine bir kitap yazmış, kıymetli madenlerin arındırılması, oksitlenme alanlarında çalışmalar yapmıştır.

Ebu’ül Kasım el Zahravi (936 – 1013)

(Abu al-Qasim al-Zahrawi / Albucasis) Modern ameliyatın babasıdır. 1000 yılında yazdığı Al-Tasrif adlı kitabında tıbbi ilaçlar, ameliyat yöntemlerini anlatmıştır. Dış gebelik diye bildiğimiz komplikasyonu bilimsel literatüre ilk sokan kişi kendisidir. Ameliyatlarda kullanılan neşterler hakkında makaleleri bulunmakta, kendisinin icat ettiği bir dizi neşter tipi bugün bile halen kullanılmaktadır. Yaraların yakılarak tedavi edilmesi konusunda uzman olduğu bilinmektedir. İdrar yolu enfeksiyonu, solunum yolu enfeksiyonları ve bademcik, kulak rahatsızlıkları, siğil tedavileri konusunda çalışmaları bulunmaktadır. Tedavilerinde kullanmak için kendine has şırıngalar geliştirmiştir. (Otomatik scriptle seslendirilmiş ama şu videoyu izleyebilirsiniz)

Said Al-Andalusi (1029 – 1070)

Al-Tarih bi-Tabaqat al-Umam (Milletlerin Nesil Nesil İzahatı diye çevrilebilir sanırım) adlı eserinde Hint, Pers, Süryani, Mısır, Yunan, Bizans, Arab, Yahudi, Nordik, Çin, Afrikan, Rus, Alani, Türk ve Berberi medeniyetlerini incelemiş bir bilim tarihçisidir. Kadılık da yapan Said, astronomi ve matematik alanında da çalışmalar yapmıştır.

Abu Ishaq Ibrahim al-Zarqali (1029 – 1087)

(İbn’i Zerkali) Zamanının en büyük astronomi insanlarından birisi olan Zerkali, astronomi ölçümlerinde kullanılmak üzere cihazlar (astrolabe / usturlab) geliştirerek Batlamyus’un güneş sisteminin sabit bir yörüngeye sahip olduğu savını çürütmüş ve dünyanın yörüngesinin yılda 12 saniyelik açıyla değiştiğini neredeyse doğru hesaplamıştır. Gezegenlerin ve güneşin içinde bulunulan tarihe göre konumunu hesaplamak için tablolar geliştirmiştir. (Tables of Toledo)

İbn’i Bacce (1085 – 1138)

(Avempace) Astronomi, fizik, psikoloji, mantık, felsefe, tıp, botanik, şiir, müzik alanlarında çalışmış Mağripli filozof ve bilim adamıdır. İbn’i Rüşd ve Albertus Magnus’tan etkilenmiştir. Seçkinler sınıfının yönettiği ütopik toplumlar üzerine çalışmaları ile çağının en büyük siyasal filozoflarından sayılmaktadır. Aynı zamanda samanyolu ve kıtaların hareket halinde olduğunu savunan bir astrologdur. Çok kesin olmamakla birlikte bugün İspanya’nın kullandığı ulusal marşı olan Marcha Granadera’nun (Viva Espanol) İbn’i Bacce’nin yazdığı bir güfteyle neredeyse aynı olduğu, bu sebeple İspanya milli marşının İbn’i Bacce’den aparıldığına inanılmaktadır.

İbn’i Zuhr (1094-1162)

(Avenzoar) Gırtlak ve mide kanserlerinin tanısı üzerine eserler yazmış büyük bir tıp bilimcisidir. Hayvanlar üzerinde çok sayıda test yapmış ve insan üzerinde uygulanabilecek ameliyat yöntemlerini araştırmıştır. Uyuza neden olan mit’leri tıp literatürüne sokarak mikrobiyoloji alanında çığır açmıştır.

Muhammed el İdrisi (1099-1165)

Coğrafyacı, haritacı ve gezgin. Tabula Rogeriana adı verilen dünya haritasını çizmiştir. Bu haritada ekvator uzunluğunu 37 bin kilometre olarak hesaplamıştır. (Gerçekte: 40.075) Haritada güney üstte, kuzey altta resmedilmiş ve merkeze Mekke şehri konumlandırılmıştır. Haritayı ilginç kılan başka bir unsur Grönland’ın da ilk defa bu haritada gösterilmesidir.

Ibn Tufail (1105 – 1185)

Dünyanın ilk felsefi romanı Hayy ibn Yaqdhan’ı (Hayy bin Yakzan) yazmıştır. Romanda, ıssız bir adada doğan ve bir ceylan tarafından emzirilen Hayy, diğer adadan gelen mistik Absal’la tanışır ve birlikte hakikate akıl yoluyla ulaşmaya çalışırlar. Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe eserine ilham veren kitap olarak bilinir. (Sizi bilmem ama ortaokulda ben din hocasının zorlamasıyla bu kitabın çizgi film versiyonunu izlemiştim.) Ibn Tufail aynı zamanda insan anatomisi ve otopsi alanında da çalışmalar yapmış bir tıp uzmanıdır.

Abdullah bin Ahmed el-Baytar (1197 – 1248)

(al-Baitar) Dönemimin en büyük eczacı ve botanikçilerinden birisi olan el-Baytar tarım alanında önemli çalışmalar yapmıştır. Bitki türlerini incelemek için Endülüs’ten çıkarak Kuzey Afrika ve Anadolu’yu gezmiş ve birçok doğal ilacın mucidi olmuştur. 900 sayfalık Kitab el-Cami’fi el Adviyye el-Müfredah isimli eserinde 300’ü bizzat kendi keşfi olan 1400 farklı bitkiyi anlatmaktadır.

İbn-i Haldun (1332 – 1406)

Tunus’ta doğup, Kahire’de ölmüş ve bir dönem Endülüs’te çalışmış tarihçi ve filozoftur. Ailesi Endülüslüdür. Otobiyografisinde soyunun Yemen ve oradan da Muhammed’e uzandığını iddia eder. Batı kaynaklarında modern sosyolojinin, modern tarihçiliğin ve modern ekonominin kurucu babalarından birisi olarak kabul edilir. Tarih, ekonomi, sosyoloji ve siyaset konusundaki görüşlerini Mukaddime ve Kitab’ul İber isimli toplamda 7 ciltlik eserlerinde toplamıştır. İbn-i Haldun’un yaşadığı dönemden kalan 4 ve ölümünün hemen ardından çoğaltılan 2 adet elyazması bugün İstanbul’da Süleymaniye, Nuruosmaniye ve Topkapı Sarayı kütüphanelerinde bulunmaktadır. Ekonomi görüşü olarak devletçiliğe karşı çıkan bir liberal olduğunu da ekleyelim.

İbn-i Batuta (1304 – 1377)

Berberi bir seyyahtır. 21 yaşında hac için Mekke’ye doğru evinden çıkmış ve 16 aylık seyahatinde yaşadığı maceralar onu daha da uzaklara gitmeye teşvik etmiştir. Ve hac için çıktığı evine 24 yıl kadar geri dönmemiştir. Bu 24 yılda bilinen tüm İslam coğrafyasını, Kuzey, Doğu ve Batı Afrikayı, Doğru Avrupa, Ortadoğu, Güney Asya, Orta Asya, Uzak doğu ve Çin’i gezmiş, bu portföyle de zamanının en büyük gezginlerinden birisi kabul edilmiştir. Anadolu ziyaretini Anadolu Selçukluları döneminde gerçekleştirmiş, Nil vadisinden Filistin’e, oradan Lazikiye’ye, oradan da gemi ile Alanya’ya inmiştir. Antalya’da tahinli piyaz yedikten sonra Hamidoğulları’nın yönettiği Eğirdir’e, oradan Milas’a, Sinop’a, Sinop’tan da Kırım’a geçerek Anadolu’yu terketmiştir. Kırım’ı yöneten Altınordu Kağanı’nın kervanıyla karşılaşmış ve bu kervanla İstanbul’a gelip at pazarında ak partili çocuklarla nargile içmiştir. (Yok tabi İstanbul o zamanlar, hala Konstantinapolis) Ayasofyayı gezip, fotoğraf çektirdikten sonra rotayı doğuya kırıp Ortasya bozkırları üzerinden Hindistan filan derken yolu Jet Fadıl’ın adası Maldivler’e bile düşmüş. Sonra ver elini Uzakdoğu. Biz bugün uçakla gidip göremiyoruz oraları, adam yürüyerek, at sırtında filan neredeyse tüm bilinen dünyayı dolaşıyor. Hakikaten nefis di mi?

İbn Mu’adh al-Jayyani (989 – 1079)

Hakkında çok az bilgi günümüze ulaşan Endülüslü bir matematikçidir. En önemli özelliği Küresel Trigonometri hakkında bilinen ilk yazılı eseri yazmıştır.

Ebü Hasan bin Ali el Kalaşadi (1412 – 1486)

Matematiksel gösterim alanında çalışmalar yapan bir başla Endülüslü matematikçi. Aritmetik ve cebir kitapları yazmıştır.

İbni Rüşd (1126 – 1198)

Son sıraya koyacağım isim ise, Endülüs ya da daha geniş anlamda Mağrip biliminin neden İslamiyete altın bir çağ yarattığının tek başına izahı olan İbn-i Rüşd olsun. Batı dünyasında Averroes olarak tanınan İbn-i Rüşd, İslam tarihinin en büyük filozoflarından birisi kabül edilse de bununla yetinmeyip psikoloji, politika, müzik, coğrafya, matematik, tıp, astronomi, fizik ve mekanik alanlarında çalışmaları bulunan çok büyük bir dahidir. Batı akademik dünyasınca Averroizm olarak bilinen akımı yaratmış, zamanının çok ötesinde bir insandır. (Averroizm’in temel savları: 1) Sadece bir tek gerçek vardır ve buna akıl ile ulaşılabilir. 2) Dünya sonsuz bir döngüdür 3) Ruh iki parçadan oluşur: bireysel ruh ve ilahi ruh 4) Bireysel ruh sonsuz değildir. 5) Tüm insanlar basit ve ortak bir zekayı paylaşırlar. 6) Ölüler tekrar dirilirler) Aristo felsefesine ve akılcılığa sıkı sıkıya bağlı bir felsefecidir, gerçeğe akıl ile ulaşılacağını savunur. Tarık bin Ziyad yazısının son paragrafında dediğim gibi Aristo’yu Aristo yapan kişi İbn-i Rüşd’dür. Çünkü kendisi Aristo’nun felsefesini sahiplenip, tercümesini yapıp, üzerine kitaplar yazana kadar Aristo’nun Batı düşün dünyasında çok da ciddiye alındığı söylenemez. Batı medeniyeti Aristo’yu 12. yüzyıl başlarında İbn-i Rüşd’ün kitapları Latince’ye çevrildikten sonra tanımaya başlar. İbn-i Rüşd, 30 yıl boyunca Aristo’nun ulaşabildiği tüm eserlerini Arapça’ya çevirir ve kendi yorumları zenginleştirerek yayınlar.

İbn-i Rüşd, başını Gazali’nin çektiği İslam’ın itikadi mezheplerinden birisi olan Eş’arilik / Eş’ariyye‘ye de dahil, hakikate akıl yoluyla ulaşışmayacağını söyleyen tüm itikadı ve tasavvufu reddeder. Bu özelliği ile Batı bilim dünyasında çok büyük iz bırakır. Hatta kendisi seküler düşüncenin kurucu babalarından birisi sayılmaktadır.

Yukarıda da bahsettiğimiz filozoflar İbn’i Bacce’den ve Ibn Tufail’den felsefe, yine yukarıda bahsettiğimiz Zuhr’dan tıp eğitimi almıştır.

Felsefe alanındaki en büyük çalışmalarından birisi, Gazali’nin yazdığı “Filozofların Tutarsızlığı” kitabına cevap niteliği taşıyan “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” kitabıdır.

Politik anlamda da filozof bir kralın yönettiği monarşiyi en üstün yönetim şekli olarak görür. (Aristokrat Monarşi?) Bu açıdan benim hayalim olan Baas tipi jakoben ve seküler yönetim anlayışını destekleyeceği sonucunu çıkarıyorum 🙂

Gelelim Gazali meselesine. Yazının hemen başında, Mağripli bu adamların İslam kültürüne altın çağını yaşattığını ve bu altın çağın neden sona erdiğine dair bir savım olduğunu söylemiştim. Bu bakımdan Gazali vs. İbn-i Rüşd meselesini konuşmakta fayda var.

Gazali (1058 – 1111)

1058 yılında, o zamanlar Büyük Selçuklular egemenliğinde olan İran’ın Tus şehrinde doğmuş ve 1111 yılında aynı şehirde ölmüştür. Çokça atıfta bulunduğum İslam’ın Altın Çağı düşünürlerinden birisidir. Bilindiği kadarıyla İbn-i Rüşd ya da yukarıda adını saydığımız diğer bilim adamları gibi beşeri bilim ile ilgilenmemiş büyük bir teolog ve düşün adamıdır. (Bu sıfatların İslam dilindeki karşılığı islam alimi, mutasavvıf) İtikadi düşüncede Ebu Hasan Eş’ari’den, amelde ise Şafii’den etkilenmiştir. Hakikati bulmak isteyen insanların dörde ayrıldığını ve dört farklı akımı takip ettiğini söyler. Bu dört akım kelam, felsefe, batıniyye ve tasavvuftur. Tasavvuf dışındaki diğer 3 akımı sert şekilde eleştirmiş, bu açıdan tasavvufinin en büyük liderlerinden birisi sayılmıştır. Felsefe ve Batınilik akımlarının İslam için en büyük tehlike olduğunu söylemiştir. (Batinilik; Ezoterik öğretilerle Kuran ayetlerini yorumlamaya çalışan bir akımdır ve en önemli temsilcileri Selçukluların en büyük düşmanlarından İsmaililer’dir. bkz. Hasan ibni Sabbah)

İbn-i Rüşd’ün aksine gerçeğe ulaşmanın akıl ile mümkün olmadığını, ancak sezgi ve kalp ile ulaşılabileceğini savunur ve bu düşüncesi ile Aristo da dahil tüm felsefeleri reddeder. Bu anlamda aklı her şeyin önüne koyan İslam filozofları ile mücadele etmiştir.

İbn-i Rüşd ve onun nezdinde matematikte, fizikte, tıpta, biyolojide, felsefede Batı’nın o an ulaşabildiği seviyenin çok çok üstünde bir yerlerde bulunan tüm değerli Müslüman bilim adamları ile Gazali’nin girdiği düşünsel savaşın sonucunu, kazananını, kaybedeninş yazmaya gerek yok, hepimiz biliyoruz zaten.

Selçuklular’ın sponsor olduğu ve Gazali’nin ideologluğunu yaptığı tasavvufi düşünce ile donuklaşan, duran, eylemsizleşen, maddi dünyadan kendisini soyutlayan İslam düşünürleri akla, bilime, teknolojiye, gelişime, akılcı felsefeye sırtlarını dönmüşlerdir.

Abbasi Harun el-Reşit’in sponsoru olduğu, 800’lerin başında, Yunan, Hint, Latin, Pers ve Asur medeniyetlerine ait bilimsel kitapların Arapça’ya çevrilme hamlesinin, Arap dünyasının Pisagor, Plato, Aristo, Hipokrat, Öklid, Pluton, Sokrates gibi insanlığın o güne dek gördüğü en büyük düşünürlerle tanışmasının, Bağdat’ta Beyt’ül Hikmet’in (House of Wisdom / Bilgeler Evi) kurulmasının bir neticesi olan İslam’ın Altın Çağı, Gazali’nin başını çektiği “çok düşünme kafayı yersin” akımının tesiri altında kapanmıştır.

Gazali’ye çok mu yüklendik? Az bile. Çünkü şahsıma göre, neredeyse tek başına, sırtını dayadığı Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun reel-politik fayda arayışları içerisinde ortodoks fikirleriyle, sadece Batıniliği, yani İsmailileri değil, islam düşün aleminde tüm fikir çeşitliliğini, tüm düşünce özgürlüğünü yerle yeksan etmiştir. “Akıl yanıltıcıdır, akıl güvenilmezdir” eksenindeki yobaz düşünceleri ve konjuktürel amaçları ile bir kısmını Endülüslü ya da Mağripli diye yukarıda saydıklarımıza ek olarak, Mağripli olmadığı için saymadığımız İbn-i Sina, İbn-i Nefis’i, El-Cahiz, Abdurrahman es-Sufi, İbn-i Heysem, Harizmi, Razi, Farabi, Kindi gibi bilim adamlarının akıl ve düşünce ile ulaştıkları entellektüeliteyi aşağılamıştır.

Bağdat Kütüphanesi Moğol istilasında yakıldı, Bilgeler Evi dağıldı. Unesco ve Guinness Rekorlar Kitabınca dünyanın ilk modern üniversitesi sayılan al-Karaouine’yi kuran Mağriplileri ve tüm İslam coğrafyasını, Abbasilerden sonra Selçuklular, Memlüklüler ve sonra Osmanlılar yönetti ve Gazali’nin korktuğu gibi akıldan korkarak asırlarca bu kültüre, bu coğrafyaya, bu tarihe yön verdiler.

Bu coğrafya, kaderinde lanet yüzünden midir bilinmez, kendi kurduğu kütüphanelerini yakmaya başlayınca, o güne kadar bilimde çığır açan Müslüman bilim adamlarının kitaplarını kendi dillerine çeviren Avrupa, önce kıtasından Müslümanlar’ı attı, sonra Yeni Dünyalar keşfetti, rönesansını başlatarak akılcığı rehber kıldı ve kendi ortaçağ karanlığını büyük bir aydınlanma ile yırttı attı.

Biz de İstanbul’u fethettik de ortaçağ kapandı sanıp, kendi kendimize eğleniyoruz. Müstahak bize!

Al işte, günümüzün Gazali’si de Cübbeli olsa gerek. İzleyin, bakın, nasıl da aşağılıyor ibn-i Sina’yı, Farabi’yi, aklı, mantığı ve insanlığı…

Leave a Comment