Düz yazı, dümdüz yazı…
Ekrana bakarken bile hala kafamda yazı için bir konu yoktu. Topun sahibi arkadaşın, ki biz kendisine kısaca top diyoruz, geçenlerde dediği gibi, gerçekten ne oluyordu bize? Sürekli bir şeyleri erteliyorduk. Sürekli bir işimiz vardı. Sürekli daha önemli bir işimiz vardı. Sanırım fasulyeden.com’u bir şekilde öncelikler listesinde arka sıralara almıştık. Üstelik bilinçsizce yapmıştık bunu. Ya da belki bilinçsizce yaptığımıza kendimizi ikna etmiştik.
Mümkün olduğunca suçlu psikolojisinden sıyrılmaya çalışarak, sanki hayat bizi her gün evire çevire tokmaklıyormuş gibi, çok meşgulüz bahanelerine sığınırak koca bir yıl geçirdik. Soranlara cevabımız hazırdı, “Ya s*kilmedik bir kulağımızın arkası kaldı, ne yazısı…” Benim hayatım olmuş roman tadında bir bakış, ama manasızca…
Toparlayamıyorum bir türlü yazacaklarımı. Giriş bölümünde, eşekliğimizden bahsettim, o kısmı halloldu, ama bu yazıya bir gelişme kısmı da lazım. Yani yazıya bir konu bulmak lazım. O kadar yazdım, ama hala bir konu bulabilmiş değilim. Sadece, kendimizi sorguladığımızdan biraz bahsetmek istiyorum. Ama sadece sorularımızla kaldık. Herhangi bir cevap ulaşmadı henüz elimize ama, belki de o cevaplara ulaşmak için, sağlam bir adım attık. Ya da belki de bizim bırak adım atmayı, dizlerimizin üstünde sürünmeye mecalimiz yok, kendimizi kandırıyoruz. Fasulyeden’in en güzel (belki de kimilerine göre en boktan) yanı bu belki de. Ne bok yediğimizi kendimiz de bilmiyoruz. Sadece önümüzde bir kase bok var, ve biz de elimizde kaşıkla kaseye bakıyoruz.
Neyse, gelişme kısmını beceremedik, ama sonuç kısmında şunları söylemeden edemeyeceğim, biz bu işe girdiysek, elbet bir şekilde devamını da getireceğiz. Bizim neyimiz eksik lan o beyaz Türklerden. Biz de, fonda Jacques Loussier çalarken, elimizde şarap kadehleriyle boktan muhabbetlere kahkahalarla güleceğiz. Ertuğrul Özkök, Mehmet Yılmaz, az kaldı, yerinize geçmeye yemin ettik!