Küçük kara balık
Çocukken ilk okunan kitabın insanların kaderlerini belirlediğine ilişkin, hiç bilimsel olmayan ama derinden güvendiğim bir kanaatim var. Hatta insanların, aslında ilk okudukları kitapların izlerini, hayallerini, güzergâhlarını ömürleri boyunca takip ettiğini, hiç farkında olmasalar bile bütün hayatlarını o ilk kitaplara göre biçimlendirdiklerini düşünürüm hep. Karşılaşmaların, yakınlaşmaların “doğruluğunun” (!) bu kitaplar üzerinden sağlamasının yapılabileceğine bile inanırım inceden. İlk okuduğu kitap “Ulduz ve Kargalar” olan bir çocukla “Kaşağı” okuyan çocuk büyüdüğünde hayatları ne kadar bitişebilir mesela? Ya da ilk okuduğu öykü “Diyet” olan bir adamla “Çocuklar Yönetimde” okumuş bir kadın birlikte olabilir mi? Hiç değişmeyecek bir fark vardır aralarında. Muhakkak birinin hep anlatamadığı bir şey vardır o ilişkide. Kapanmaz ve tarif edilemeyen aralık… Velhasıl ilk okunan kitaplar yapar bizi. Omurgamıza biçim verirler sanki. Gerisi “tarama” gibi gelir bana… Tuhaf yanı bu işin, eğer buna inanırsanız gerçekten, ne okutacaksınız çocuğunuza? Bir insanın üzerinde bu dev hamleyi yapmak hangimizin haddine? Tehlikeli çünkü. Çünkü… Şöyle…
Her şey bir sabah Çağan Irmak ile kahvaltı etmemizle başladı. 1970’lerin başında doğan çocuklar olarak nasıl anlatmalıyız, anlatmalı mıyız o dönemi, konuşuyoruz. Sonra Küçük Kara Balık faslı açıldı ki, benim okuduğum ilk kitap o idi. Çağan Irmak, Kara Balık’ın dizideki yerini anlatıyordu:
“Hani sonunda Küçük Kara Balık geri gelmez ya. Nine balık hikâyeyi anlatırken herkes uyur da hani…”
“Nasıl yani hani?” dedim ben. “Küçük Kara Balık nasıl dönmüyor yahu?!”
Sanırsın “Komünist Parti Tarihi” üzerine tartışıyoruz:
“Öyle ya sonu kitabın. Kara Balık kayboluyor.”
Sinirlendim neredeyse:
“Dönüyor yahu. Pelikanın kesesinde diğer balıklarla birlikte örgütleniyorlar. Bizimki belindeki bıçakla keseyi yırtıyor, hep birlikte kurtuluyorlar. Kara Balık da hikâyesini anlatmak üzere evine dönüyor.”
Yönetmen (!) ısrar ediyor:
“Geri dönmüyor. Bütün balıklar kurtuluyor ama Kara Balık kayboluyor. Kimse ona ne olduğunu bilmiyor.”
Saçma bir sessizlik oldu. Otuz bir yaşına girmişken bugüne kadar üzerinde durduğum zemin sanki ayağımın altından çekildi. Öyle oluyordu: Pelikanı yeniliyordu ve Kara Balık kazanıyordu. Yeni yolculuklara çıkıyordu. Budur yani. İnanmadım bir türlü.
Akşam yemeğinde Mine Söğüt’ü gördüm. Hikâyenin sonunu ona sordum. Evet onun hikâyesinde de Kara Balık geri dönmüyor. Hatta o görüp eli artırdı: “Behrengi’nin nasıl öldüğü de yazardı ya hani en başında kitabın…”
Ben yine bozuldum. Bana göre yazmıyordu çünkü. Onu ben sonra, yıllar sonra büyüyünce öğrendim. Şah rejimi tarafından katledildiğini ve cesedinin nehre bırakıldığını… Mine, ölüm hikâyesinin kitapta yazılı halini ezberden söylüyor.
Sonra her şey birden yerine oturdu. Yatak odasındaki kırmızı – sarı şeritli perdeden sızan öğle ışığı, bordo yatak örtüsünün hışırtısı, annemin uyuklamaya başlayan sesi… Küçük Kara Balık’ı ben okumadım ki! Annem okudu bana o hikâyeyi. Tabii ya! Değiştirmiş sonunu.
Tıpkı sekiz yaşımdayken bana aldığı şiir defterinin başına “Erkekçe olsun isterim / Dostluk da düşmanlık da” yazıp şiirin sonraki dizesini yazmaması, benim onu yirmi yaşımda öğrenmem gibi:
“Hiçbiri olmaz halbuki!”
Tıpkı herkesin “Büyük balık küçük balığı yer” diye bildiği lafın annemdeki ve dolayısıyla bendeki versiyonunun “Halt etmişler!” diye bitmesi gibi.
Annem yeni bir resim yapmış. Fotoğrafını göndermiş bana. Bir kadın masaya dayamış dirseklerini, tabaktaki balığa bakıyor ince bir alay ve kederle. Resmin adı: “Küçük Kara Balık Izgara”!
Ece Temelkuran