Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Ölüm Üzerinden Siyaset Yapalım

Türkiye gibi kaderciliğin, biat etmenin, dizini kırıp oturmanın makul; sorgulamanın, şikayet etmenin, hesap sormanın, “yeter” demenin ise hainlik sayıldığı bir coğrafyada yaşıyorsanız, kitlesel ölüm haberleri izlemenin asla sonu gelmiyor. Herhalde gelişmiş bir ülkenin ortalama bir vatandaşına son bir kaç yılda yaşadıklarımızı anlatsak, yani nasıl desem, kaçakcılık yapan köylülerin savaş ucakları ile bombalandığını, patlayıcı yüklü araçların ilçe merkezlerinde, hatta başkentlerde patladığını, ülkenin en büyük kentinin en işlek caddelerinde doğalgaz patlamaları olduğunu, zorunlu askerlik görevlerini yerine getiren 20’li yaşlarındaki askeri tecrübesi olmayan gencecik çocukların cephane patlamasında paramparça olduğunu, ülkenin en büyük ve muhtemelen en çok para kazandıran tersanesinde hemen her gün bir kaza yaşanıp tersane işçilerinin 3’er, 5’er öldüğünü, yine ülkenin en büyük şehrinin en kozmopolit ve işlek meydanına komşu küçücük bir parka yapılan hafriyat müdahalesini engellemek için sokağa çıkan barışcıl eylemcilere yapılan hayvani müdahalelerin tırmandırdığı olaylarda gencecik çocukların kah silahla, kah gaz bombası fişeği ile, kah sırf göstericiler hükümeti eleştiriyor diye delirip aracıyla gösterici ezen partililer tarafından öldürüldüğünü söylemeye kalksak mesela, adam der ki “siz nasıl bir lanetin tesiri altındasınız böyle?"

Neye Yansak? Kime Sövsek?

İki gündür, Soma Katliamı hakkında yazı yazmak istiyorum. Ama yazamıyorum. Elim gitmediğinden, yüreğim elvermediğinden değil. İçim yanıyor, içim kanıyor; ama içimdekileri dökmezsem de rahatlayamam. Yazmam gerekiyor. İlk gece yazmaya niyetlendim. Olay tam bir facia. Göz göre göre gelmiş bir katliam aslında. Maden kazası falan değil, az bir bakınca nasıl bir katliam olduğunu görüyor insan. Göz göre göre bile değil, insanın gözüne soka soka gelmiş bu katliam. Bağıra bağıra gelmiş. Ama tam yazacakken, öyle bir bombardımana tutuluyorum ki internette okuduklarımla, elim ayağım titriyor sinirden. Bir de umut var insanın içinde, yüreğini titreten o umut, dilsiz dualarla bekliyorsun ya içeridekilerin kurtarılabileceğini düşünerek iyimserlikle terbiye etmeye çalışıyorsun ya nefsini... İşte o duygularla bekledim biraz daha; belki ağıt cümleleri değil de şükür cümleleri yazarım diye. Ama işte ondan sonraki gün başlayan olaylar zinciri, işi çığrından çıkardı. Hangisini nasıl yazacaksın ki? "Çizmelerimi çıkarayım mı" diye soran ürkek madenciyi mi yazacaksın? Avcundaki kağıtta oğlundan helallik isteyen madenciyi mi? "Mahmut'un eşi hamileydi, beni bırakın onu çıkarın" diye ağlayanı mı? Televizyonda her gördüğün madenci yakınında, kendini onun yerine koyup ciğerinin alev alev yandığını mı yazacaksın?

Kötü Hayatlar, Kötü Yaşamlar, Kötü Ölümler…

Bu sitede yazdığım yazıların en az yarısı gibi başlıyorum buna da: Genel halet-i ruhiyemin tesiri, özellikle son birkaç haftadır hayatımın ne kadar saçma, boktan ve olması gerekenin çok çok uzağında olduğunu düşünüp kendimi depresyona sokmaya çalışıyorum. Sigarayı mesela, sanırım daha fazla içiyorum. Alkolle arama koyduğum mesafeler yerle bir. Sağlıklı beslenme gazına gelip bir-iki gün kadar salata ve diyet bisküvileri yedikten sonra yine fast food’a, dürümlere, tostlara, poğaçalara geri döndüm mesela. Evet, benim şu kıymetli “hayatım” çok kötü… Depresyona mı girsem?

Pozitif “Düşünce de” Kazanır

Geçen yine Kürşat Başar programlarına benzer bir ortama düştüm. Bu yabancılaşmalar, kültürler arası değişimler güzel geliyor. Misal Fransa'da ya da Almanya'da falan olsa çok koyar ama burada her şey şekilcilikten ibaret olduğu için eğlenceli duruma geliyor. Fakat olmadık muhabbetler ve ekmek kapıları da yaratıyor insana (Manitasal durumlar değil malesef) Hanım kızımız diyor ki: "Bu işin sırrı güne iyi başlamak, güne nasıl başlarsan öyle gidiyor, bunu hem kahvaltı olarak düşün, hem zihinsel, hem bedensel. Ben yarım saat yürüyorum her gün, mutlaka yeşil çay, güzel bir kahvaltı. Zaten kahvaltının mutlulukla bir ilgisi var (gamzesini çıkarırcasına gülüyor) Amın olu da kendisine gelen gollük pasa sadece dokunarak kendisinin 2. takımının 3. golünü ağlara gönderiyor: "Eee güne iyi başlamak için günü iyi bitirmek lazım. Güzel uykuya dalarsam, güzel uyanıyorum. Off sorma hele Chris Rea ile uykuya dalmak..."

Neşe Doluyormuşcasına…

Gökten üç elma düştü, babası gördü balkondan; çok kızdı. “Her şeyin yeri, zamanı var”. Elmaların birini cebine attı, boş arsaya doğru koşmaya başladı. Hava tam ev ödevlerini ertesi günün ilk teneffüsüne erteleyip boş arsa duvarına kireçle kale çizmelik, Alman kale oynamalık, sonra da en yakın su kaynağına koşu yarışı yapmalıktı. Arsaya koşarken arada gözünü ayırmadan güneşe bakmaya çalışıyor, sonra önüne baktığında geçici körlüğün keyfini çıkarıyordu. Ailenin çekinik genlerinden zorla koparttığı kodlama; küçük şeylerden mutlu olabilme yeteneği. Hatta hiçlikten bile mutlu olabilir, boşluktan falan. Bi’ karadelik onu deli gibi mutlu edebilir mesela. Bisküvinin ortasındaki kremayı ambalajla sıyırıp sadece bisküvileri yese de olur, çubuk krakerin dibindeki tuzlar için sevinçten saçını başını yolabilir. Kimseden bi’ tur bisiklet almasa, kimse ona bisikletini bi’ tur teklif etmese de mutluluğundan eksilmez. Pınar ondan 11 yıl 4 ay büyük diye ağlasın mı yani? Pınar ona bakmıyor diye o Pınar’a gülümsemesin mi? Türkçe hocasının okuttuğu “Tahir ile Zühre”yi ve cebindeki elmayı hatırladı. Elmayı çok seviyordu, elmanın onu sevip sevmemesi hiç umrunda değildi. Elmayı yokladı, yerindeydi.

Helvadan Putlar

"Abi ama adam çok iyi hatip yeaağğ" Bir yalanı ne kadar çok duyarsanız, o kadar inandırıcı gelmeye başlar. Yalan olduğunu bilseniz bile... Senelerdir bu propaganda ile yoğuruluyoruz. Orta Asya'dan getirdiğimiz genlerimizde var herhalde bu durum. Başımızdakini hakettiğinden fazla yüceltmeyi çok seviyoruz. Adam ne kadar insanüstü görünürse gözümüze, bilinçaltımızda kendimizi biatımıza o kadar kolay ikna ediyoruz belki de. Uzun adam hakkında vasıfsal olarak çok da fazla abartılacak özellik bulamadıklarından olsa gerek, bu hitabetten çok yürüyorlar. Hakkını yemeyelim, olmayanı olduran tipler de var; misal Jöleli en son uzun adamın Putin ve Obama'yla birlikte günümüzde dünyanın kaderine etki eden 3 liderden biri olduğunu söylemiş. Böylesine coşanlar da var. Ama bunun dışında genel kabul, adamın iki üstün vasfının uzun olması ve iyi hatip olması şeklinde. Bunun dışında zaten zorlasan da bir şey çıkmıyor, eldeki malzemeyle bu kadar.

SIGMIYORUZ Dünyaya, Dar Geliyor…

DOĞUM
Derler ki, insanlardan önce ruhları yaratılırmış ve evrenin uzak diyarlarında bekleşirmiş ruhlar. Sırası gelen ait olduğu bedene yollanırmış sonra. Maç keyfimizi iyice kaçırdılar. Son yıllarda pek maç izlediğim söylenemez. Sadece goller ya da iddia oynadıysam karşılıklı gol olana kadar. Sebepleri malum. Cumartesi gecesi maçlarını maçkolikten takip ettim, havalar geç kararmaya başladığından, "ulaan saat 8, maç vardı sahi ilk yarısı bitmiştir" meraklıyla bakıldı sadece. Eve gelince ligtv.com.tr'den hızlı hızlı golleri özet geçtim. Onlarda da mesela sadece merak ettiğim ve dilendiğim adamlar gol attıysa. Maç özetine bile tahammülüm yok. Galatasaray maçındaki Umut'un golü ve akabindeki Bebeto sevinci. Tesadüf işte, 1 gün önce Galatasaray tribünlerinin sevilen ismi Güven'in oğlu olmuştu. Dedim caps alır yollarım, hem de yeni transfer adaşımı kutlamış olurum.

“Turn the Page”

Doğduğumuz gün hepimize birer rehber versinler. Gelecekte alacağımız kararların, hayatımızı hangi kavşağın neresinden ne tarafa götüreceğini uzun uzun anlatsın. Risk sevmemek, yaşla gelen bir şeymiş. Trafikte şerit değiştirmek bile akabinde ölümcül riskler doğurabiliyormuş. Yediğin tavuklar bile hormonluymuş zaten. Dünyada sanki hiçbir hamlenin riski yokmuş gibi yaşıyorken, daha küçücükken bile; 3.Dünya ülkesi olmayan herhangi bir yerde dünyanın en risksiz eylemi olan ekmek almaya giderken kafandan vurulup, aylarca komada yatıp sonra ölebiliyormuşsun hatta. Hiçbir yer güvenli değilmiş. Bu durum, güven arayışının anlamsızlaşması sonucunu yaratması gerekiyorken; aksine seni  daha bi risksiz ve güvenli varsayılan yollara itme anlamsızlığı yaratıyormuş. Ne dedim lan ben?

Süperlige Hoşgeldin Refetspor (Fasulyeden İletişim Hiz.Tic.A.Ş)

"Geldi bahar ayları, gevşer gönül yayları" temalı bir yazı vardı aklımda ama yoğun futbol gündemi nedeniyle gözler cadı kazanlarına çevrildi. Aslında bir bakıma aynı şeyler. Gönlümüzün içindekilerden biri de Futbol. Gerçekten futbol mu tabi o da tartışılır, onun etrafında dolaştığı hikayeler belki. Balıkesir'in maçını izlerken ve akabinde şehre asılan büyük bayrakları gördükten sonra aklıma geldi. Balıkesirli pek esnaf yok. Eskiden peynirciler Manyas'lı olurdu. Yoğurt satarlardı. Zeytinyağı falan. Bandırma'lı bir esnaf var, ona da Balıkesir muhabbeti yapılmaz, limonilik satıyor o da. Mahallenin esnaflarıdır bunlar. Gerçi kasap, manav, nalbur falan kalmadı ya pek. O zaman ismini koyalım: Cep Telefoncular, fırınlar, büfeler…