100 kelimeyi geçen platonik aşklar
Yağmurlu bir sonbahar akşamında başlamadı bu hikâye. Aslında hava durumunun da bir önemi yoktu. Zaten önemli olan; geçmişin en alakasız havalarında yaşanılanlar değil miydi? O halde nedendir ki benim için bu herhangi zamanın meteorolojik bilgileri? Zaten ne istesem boş, ben gri havayı sevip iktidarımı korumaya çalışsam da hava bütün muhalefetini kullanarak mavi gökyüzüyle otoriteme karşı çıkıyordu.
Yüz kelimeyi geçen platonik aşklar için ağlıyordum günün en mantıksız saatlerinde. Hoş, mantık aramam bile mantıksızdı. Elimde olan bütün kelimeleri birleştirip tren yapıyordum ve sonra kaçabileceğim en gri ülkeye kaçıyordum. Sonra düşünüyordum da neden kaçtığımı… Ve nereye kaçtığımı… Zaten ne istesem boş, kaçabileceğim bütün ülkelerin gri tonları uyumsuzdu sağanak gözyaşlarıma…
Hiç kimsenin hasretinden prangalar eskitmedim hiçbir zaman, çünkü ben bir kader mahkûmuydum, kadere inanmayan, kadersiz bir bünye içinde. Kader değil miydi zaten yıllardır gerçekliğin önüne geçip bizleri yalana sürükleyen? O halde nedendir ki yalana itaat edene pervasızca sarılmak? Zaten ne istesem boş, kader değil miydi benim gerçekliğimin hep karşısına çıkıp yerle bir etmek için herkesin kullandığı silah…
Yüz kelimeyi geçmemeliydi platonik aşklar çünkü ne zaman geçse bekletiyor ve acı çektiriyordu. Kaçabileceğim en doğru yer ‘’yüz kelimeyi geçen platonik aşklar için bekleme salonu”ydu.
Duruyordum…
Sadece duruyordum herhangi bir şey söylemeyerek…
Çünkü konuştuğum vakit anlam veremediğim sayı artacaktı. Nedendir bilmiyorum, ne olduğu hakkında pek fikrim olmamakla birlikte acı verdiği için bilmediğim bir şeyden korkuyordum.
Bekliyordum…
* * *
– Bir şey alır mıydınız? Dedi ne istediğini bilmediğim ama benim bir şey istediğimi bildiğini zannettiğim bir adam.
– Bir şey almak zorunda mıyım?
– Bir şey içmek isteyeceğinizi ya da bir şey yemek isteyeceğinizi düşünüyordum.
– Hep ‘’bir şey” etrafında dönen bu diyalog herhangi ‘’bir şey”den uzağa gidemeyecek gibi gözüküyor.
– Sizi korkutmak ya da kızdırmak istememiştim.
– Herhangi bir şey istemiyorum. Yiyecek halim de yok.
– Neden?
– Pek iyi değilim, hoş buradaki insanlardan da farklı değil halet-i ruhiyem. O yüzdendir ki bir şey yemeyeceğim.
– Ama pekala açsınız değil mi?
– Evet ama bu tip durumlarda insan pek bir şey yemek istemiyor.
– Ben de buna anlam veremiyorum. Gayet açsınız ve susadınız ancak anlamsız yere istemiyorsunuz. Sanırım bu gereksizlik gelenek durumuna geldi.
Ben bir şey yemek için bu kadar gereksiz diyalogun nasıl buraya kadar geldiğini düşünürken o beni ikna etmeye çalışıyordu. Terapi gibi konuşmasına bir de patolojik açıklamalar ekleyerek sanırım bana yardım etmeye çalışıyordu. Pekâlâ, sadece çıkarını düşünen bir satıcı olabilir miydi? Pragmatik yardımsever de kendi içinde çelişen bir olgu olacaktı ki bu yüzden amacının ne olduğuna bir türlü anlam veremiyordum. İstemiyordum herhangi bir şey, sadece susmaya devam etmek istiyordum.
Susuyordum…
* * *
Her adımda biraz daha yaklaşıyordum ve biraz daha uzaklaşıyordum. Yaklaştığım şey beni bir başka şeyden uzaklaştırıyorsa nasıl oluyor da yaklaşıyordum uzaklaştığım şeyler varken? Yaklaştıkça uzaklaşıyordum bilmediğim şeylerden ancak buna bir anlam veremiyordum. Belki de çözümü çok basitti. Belki de ben karıştığım için çözemiyordum bu ben de dâhil yedi bilinmeyenli denklemi.
Ancak merak ediyordum burayı. Neydi? Nereden çıkmıştı? Ve en önemlisi, anlamı neydi? Tereddütsüz sorumu yönelttim ki belki dursaydım vazgeçebilirdim.
– Pekala cevaplarsam bir şey yiyeceksin değil mi?
– Benim beslenmem seni neden bu kadar ilgilendiriyor anlamadım ama peki yiyeceğim.
– Burası, senin gibi insanların uğrak yeridir.
– Neden geliyorlar ki?
– Eğer gelmeselerdi onlara acı çektiren gerçekler sürekli gözlerinin önlerinde olacaktı. Nasıl ki bir yaranın iyileşmesi için o yara ile ilgilenmeyip geçmesini bekleriz, insanlar da bu yaranın geçmesi için gelip burada bekliyorlar. Eğer yara gözünün önünde olursa sürekli kabuğuyla oynar ve yarayı yenilersin. İnsanlar da bu yaradan kurtulmak için buraya geliyorlar.
– Peki ama bu ‘’100 kelimeyi geçen platonik aşk” ne demek?
– Bunu sana söyleyemem ancak şöyle bir şey diyebilirim ki; her kelime iyi ya da kötü, acı ya da tatlı bir şey ifade ediyor.
Sanırım şimdi daha çok anlıyordum konuştuğum zaman neden acı verdiğini…
-Merak ediyorum, burası gerçek mi?
– Değil. Burası senin şu an zihnin yarattığın bir yer. Dolayısıyla ben dâhil buradaki herkes ve her şey senin zihnin de yarattığın sürrealiteyiz. Hatta benim sana verdiğim cevaplar bile senin zihninde yarattıklarındır. Her insan isterse kendine böyle bir yer yaratabilir zihninde sadece bunun farkında olması lazım.
Karışıyordum ve aslında karıştığım kadar da çözülüyordum. Anlamsız gözüken aslında karışık olan anlamlı cümleler kurmaya devam ediyordum anlamsızca.
Susmak istiyordum…
Susuyorum…
– Canım da nasıl ıspanak çekti anlatamam…