İnsanlık Tarihi #1: Şehirler ve Yollar
Catalan Atlas caravan drawing e1714952539996 Fasulyeden

İnsanlık Tarihi #1: Şehirler ve Yollar

Rabbim günah yazmasın ama… İnsanlık tarihinin en pırıltılı donemi olan, Avrupa’da kilisenin insan hayatı üzerine yazdığı acımasız kuralları yakıp yerle bir etmeyi; bireyselciliği, akılcılığı, merak etmeyi, araştırmayı ve en nihayetinde öğrenmeyi amaçlayan Rönesans’ı ve Aydınlanma Çağı’nı gerçekten çok seviyorum. O kadar çok seviyorum ki, içine doğduğumuz ve yaşamak zorunda olduğumuz bu toplumun kendi Rönesans’ını başlattığını gördüğüm rüyalar bile oluyor. Ardından koşarak banyoya gidip abdest tazelemek zorunda kalıyorum…

Bilgiyi arayan ve bulan” bir avuç insanın, tarihin en karanlık çağlarından birini kapatarak, insanlık mirasını bugünlere taşıması kulağa ne kadar şairane gelse de, tarihi bu kadar romantik yazmak her zaman mümkün olmuyor tabii.

En nihayetinde senin yeni bir şeyler öğrenip ilerlemen, o şeyi öğrenemeyip haliyle ilerleyemeyenleri perişan edebiliyor.

Hayatımda gurur duyduğum tek hobim olan Google/Wikipedia tarihçiliği ile geçirdim bir tatil gününü. 20 saatten fazladır oturduğum bilgisayar koltuğundan, Chrome’u 3-4 kez çökertmeyi başararak, okuduğum yüzlerce sekme arasından aşağıdaki yazı çıktı.

Yazdıklarımın çoğu zaten bildiğim şeyler değil, “öğreneyim niye” diye aldığım notlar.

Yazının konusu aslında şu soruya yanıt arayacaktı: “İspanyollar ve Portekizliler ne bok yemeye Atlantik Okyanusu’nda Hindistan’ı arıyordu?” Ama konuya bir türlü girememem nedeniyle yazı saçma şekilde uzun oldu ve yarım kaldı.

İnsanlık tarihi nereden başlar?

İlk taş aletler 3.4 milyon yıl öncesini, ilk ateş kullanımı 1.5 milyon yıl öncesini adresliyor. Yine de tarihsel bir bağlam oluşturmak için fazla primitif olduğumuz dönemler bunlar. Henüz Homo erectus’uz.

Kıyafet giymeye 70 bin yıl önce başlamışız. Yaklaşık 55 bin yıl önce de davranışsal modernite denen dönem başlamış.

Yani artık hayvanlığın lüzumu yok diyerek ölülerimizi gömdüğümüz, balık avlamaya başladığımız, bıçaklar ürettiğimiz, yemek pişirmeyi öğrendiğimiz dönem. Bu dönem de müzik yapmaya, dans etmeye, oyunlar oynamaya başlıyoruz.

Playstation bu dönemlerin icadı. Yine de kararlarımızın tüm insanlık tarihinin akışı açısından büyük sonuçlara yol açmadığı ara bir dönem denebilir. Balık tuttun, pişirdin; doydun. Tutamadın, pişiremedin; aç kaldın. Bu kadar yani.

Gerçi ne kadar saçmasapan yaşayıp ölsek de bu dönemde artık insanlık mirası oluşmaya başlıyor tabii. Ölülerimizi gömmeye başlamak tapınaklar inşa etmeye, yemek pişirmek, ocaklıklar inşa etmeye ve zamanla yerleşmeye evriliyor.

Yerleşmeye başlayınca da avcı-toplayıcı olmak eskisi kadar verimli bir beslenme yöntemi olmamaya başlıyor tabii. Bu da bizi 10 bin yıl kadar önce neolitik devrimi yapmaya zorluyor. Toprağa ekin ektiğimiz, buğday biçtiğimiz, anadolu rock’ı icat ettiğimiz dönem.

Öyle alt tarafı iki, üç kilo kemiksiz et için yırtıcısı ayrı, çamur içinde bokunu yiyen mundarı ayrı binbir çeşit hayvanla uğraşmacılık, ormanın çalının çırpının arasında yılanıydı, böceğiydi gezinmecilik dönemini bitirdik ve tarım toplumu olduk böylece.

gobeklitepe 1 Fasulyeden
Göbeklitepe, Şanlıurfa: 12.000 yıl önce inşa ettiğimiz tapınak

Tarım devrimi ile de hasatı takip için kayıt tutmaya, yazmaya, hesaplamaya başladık. Önce yazı, sonra matematik. Ne zaman ekmeli, ne zaman biçmeli diye düşündük, takvimler yaptık. Yani astronomi. Tarlalarımızın etrafını çitle çevirmeye, diğer çitle çevrili tarlalar ile etkileşime geçmeye, hırsızlığa karşı güvenlik tedbirleri almaya ve sulama sistemleri inşa etmeye başladık. Muhtar ve köy azası seçtik kendimize. Ahanda kamu iktisadi teşebbüsleri, kanun hükmünde kararname, ihalecilik, fesatçılık.

Antropomorfizm ile doğaya, hayvana, güneşe, aya insan özellik atfetmeye başladık. Güneş kızdı, ekinleri kuruttu; yağmur küstü, kuraklık oldu; rüzgârı gücendirdik, fırtına koptu; ateşe gider yaptık, köydeki ahırı yaktı. Ahan da tanrılar, dinler, al sana irticai faaliyetlerin odağı insanoğlu!

İnsanlık tarihinin ilk medeniyetleri, ilk kanunları

İlk medeniyetlerimizi şehir devletler formunda nehir vadilerinde kurmuşuz. M.Ö. 4000 yıllarında Mezopotamya uygarlıkları Fırat ve Dicle arasında; 3500 civarında Mısır uygarlığı Nil kıyılarında; Harappan uygarlığı İndus Vadisi’nde 2500’lerde; aynı dönemlerde Sarı Irmak ve Yangtze Nehri’nin orada Çin uygarlığı.

İş gücü dağılımı, ticareti başlattık. Tarımla mülkiyeti, mülkiyetle devleti, devletle de hiyerarşiyi icat ettik.

İlk bilinen uygarlık Sümerler. Sümerliler. Yok yok, Sümerler. Buğday, arpa, nohut, mercimek, hurma, soğan, sarımsak, marul, pırasa ürettiklerini biliyoruz. Bunlar bir şey değil, mercimektir, maruldur hallolur bir şekilde de, Sümerler bira ürettiği bilinen ilk uygarlık. Lager’i ayrı güzel, Ale’i ayrı…

Uygarlıklar tesis edince, başka uygarlıklarla da etkileşime girmek kaçınılmaz oluyor elbette.
Henüz Birleşmiş Milletlerimiz, NATO’muz, Avrupa Birliği fonlarımız yok ama kendi mesrebimizce bazen dostça ticaret yaptık, ekonomik gelişmeleri başlattık; bazen de düşmanca savaştık, ordu ve silah sistemleri geliştirmeye başladık.Silah ve ordu konumuz değil; biz ticarete bakacağız.

Gene Sümerler tabii — ilk gelişmiş ticaret yollarını kurmuşlar ve başkentleri Ur’u bilinen ilk ticaret merkezi yapmışlar. (Tüm semitik dinlerin kurucu babası İbrahim’in Ur kentinde doğduğuna inanılıyor. Ya da Sanskrit tanrısı Brahma, Sümer eşrafınca peygamber İbrahim diye biliniyor, hürmet görüyor falan.)

20160105 Abraham house in Ur Iraq Fasulyeden
Ur, Nasiriye, Irak – İbrahim’in evi – M.Ö. 3800

Ur kentine, Anadolu’dan ok ve mızrak ucu yapımında kullanılan Obsidyen adında volkanik bir cam, İran’dan altın, Keban ve Elam bölgesinden gümüş geliyormuş. Biraz daha geniş coğrafyaya bakarsak, Lübnan’dan kereste, İndus Vadisi’nden kıymetli taşlar, hatta taa Mozambik’ten reçine geliyormuş. İnsanlık tarihinde tekerleğin varlığına dair ilk iz, yine Ur kenti yakınlarında bulunmuş.

Ticaret demek, finansal sistem demek elbette; Sümerlerde kredi, faiz kavramları var. Demek ki faiz lobisi de var.Hatta ticari kredilerde faiz oranı aylık 1/60 olarak hesaplanmış ve takip eden 2 bin yıla yakın süre neredeyse tüm coğrafyada bu oranda borç alınıp verilmiş.

Bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan Ur-Nammu tabletleri, günümüze ulaşmış en eski kanun metni. Sümerler tarafından M.Ö. 2100’lerde yazılmış. Tablette, kocası öldürülen bir kadının bu cinayeti adli makamlara bildirmemesinden dolayı katillerle birlikte idam edilmesinin gerekli olup olmadığı tartışılıyor.

Ur-Nammu tabletleri, ayrıca köleliği yasal zeminde tanımladığı bilinen en eski tablet. M.Ö. 1700’lerde yazıldığı bilinen Hammurabi Kanunları da özgür doğanların, özgür bırakılanların ve kölelerin tanımlarını yapıyor.

İndus Vadisi’nde bulunan Harappan uygarlığının Mezopotamya ile ticaretine değindik.
Bu abilerimiz Mısırlılarla da ticaret yapıyorlardı. Ama asıl özellikleri, deniz ticareti için gemiler ve limanlar inşa etmeleri.

Sümerleri; Akkad, Asur, Babil takip ediyor.
Anadolu’da Hititler var.
Afrika Nijer’de Bantu medeniyeti,
Akdeniz kıyılarında Fenikeliler,
Mağrip’te Berberiler,
Avrupa’da Keltler.

Yerleşik hayata geçen insanların ticaret, tarım, din, güvenlik gibi işlerini takip etmek için ihtiyaç duyduğu idari yapılar, şehir devletlerini ortaya çıkardı dedik.

Tabii gelişen ticaret ve ticaret yollarını kontrol etme isteği, önce askeri teknolojide ilerlemeyi, sonra da (gereksiz bir gelişim olan) asilik kavramı ile imparatorluklar dönemini ortaya çıkarmış.

Bahsettiğimiz bu dört medeniyetten üçünü —yani Mezopotamya, Mısır ve İndus’u— aynı anda kontrol eden ilk imparatorluk, Cyrus the Great’in kurduğu, 1. Pers İmparatorluğu da denen Ahamenişler (Achaemenidler).

İkincisi de, Ahamenişlerin tamamını fetheden Büyük İskender ve Makedon Krallığı.

Muhtemelen İskender bir 10 yıl daha yaşasa Çin’i de fethedecekti, ama ömrü vefa etmedi rahmetlinin.

Bugün çökmekte olan Avrupa medeniyeti, dün nasıl kuruldu?

İnsanlık tarihi‘ne bakarken, tabii hep Ortadoğu, Asya, Afrika uygarlıklarından bahsettik ama bugünlerde çökmekte olan Batı medeniyetine, yani Avrupa’ya da bakalım. Neolitik çağlarda her yerde 50–100 kişilik filan küçük köyler oluşmaya başlasa da, yukarıda değindiğimiz gibi, uygarlık anlamında Avrupa’da bilinen ilk örnek (yine Anadolu’ya çok yakın) Girit uygarlığı.

Daha sonra Yunan, Helen, Roma zinciri şeklinde gidecek olan; batıda Vizigotlar, Ostrogotlar, Galyalılar; kuzeyde Keltler, Cermenler derken… bir anda kopan fırtına ile doğudan gelen kavimlerle panayıra dönen coğrafyada önce Persler, sonra İslam Halifeliği ile boğuşan o anlı şanlı Avrupa medeniyetinin atası, M.Ö. 3600’lü yıllarda Girit’te ortaya çıkan ve oradan Ege’ye yayılan Minoan medeniyeti.

İsmi mitolojik Kral Minos’tan geliyor.
Hah, şurası ilginç: Minos’un babası Zeus — (ilginç olan bu değil, maşallah o çağlarda herkesin babası Zeus zaten) — annesi ise Europa.

Dur… güzel bağlamış olabilirim bu paragrafı:
Avrupa medeniyetinin babası, annesinin adı Europa olan Minoanlar.
Evet, güzel oldu. Islandım.

mycenaean 1 Fasulyeden
Knossos Öğretmen Evi, Girit Adası, M.Ö.2000

Minoanlar çökünce, mirası yine Ege ve Yunanistan’da Mycenaean (Miken?) uygarlığına kalıyor. Bu abiler doğuda Anadolu kıyılarına, Kıbrıs’a, Levant bölgesine yayılırken; batıda ise tüm Yunanistan ve hatta Makedonya’da şehirler kuruyorlar. Meşhur Herkül/Herakles’in annesi Alkmene de Miken kralının kızı. Ki malum üzere, Herkül’ün babası da, gene Zeus denen deyyus.

Bu Mikenler nasıl çöküyor?

Kim olduğu bugün tam olarak bilinmeyen, Mısır kaynaklarında sadece “Deniz Kavimleri” diye loglanan bir grup deniz savaşçısı, sadece Miken medeniyetini bitirmekle kalmayıp, Hititler’e, Mısırlılara, Kıbrıs’a, Levant bölgesine — yani ellerinin uzandığı her yere saldırıyor ve Yunan karanlık çağını başlatıyorlar.

Bu Deniz Kavmi’nin, M.Ö. 1300’lü yıllarda bugün Filistin dediğimiz coğrafyaya yerleşen Antik Filistin kavmi olduğu savı var. Dini kaynak alırsak Yahudiler, Filistinlilerin Mısır’dan gelen bir kavim olduğunu söylüyor ama Asur kaynaklarına göre de Egeliler. (Homer ve Herodot’un bahsettiği Yunan kavmi Pelasglar olabilir mesela.)

Neyse, bu Deniz Kavmi insanları hakkında Likyalıları da (as bayrakları as, as!) içine katan onlarca farklı teori var. Kimdiler, neciydiler, epey muallak.

Karanlık dönem sonrasında, Olimpiyatların ve Perslerle savaşların başladığı Arkaik Dönem, sonra Klasik Dönem, sonra Helenistik Dönem şeklinde devam ediyor Yunan tarihi.

Adriyatik’in diğer tarafında ise, soyları tanrıça Venus’un oğlu Troyalı Aeneas’a, oradan da Latin Kralı Latinus’a (çok kolpa bir isim değil mi şimdi bu?) dayanan Remus ve Romulus Roma’yı kuruyor.

Romulus kardeşini öldürüp Roma Kralı oluyor. O sırada takvimler M.Ö. 753’ü gösteriyor.
Etrüsklerle savaşıp İtalya’da yayılıyorlar. 250 yıl kadar sonra kral tahttan indirilince, oligarşik cumhuriyet kuruluyor.

Sonra Senato, Caesar, Augustus filan derken tüm Avrupa’yı kontrol eden devasa bir imparatorluk
Octavian, Konstantin, doğu senin batı benim kavgaları, Bizans, Kara Murat, Cüneyt Arkın…
Gerisini biliyoruz.

Tonlarca yazdım, daha konuyu bağlayamadım hiçbir yere. Müsaade ederseniz çok kısa İndus ve Çin’den de bahsedelim. Sonra toparlama çabam devam edecek.

İndus ve Çin’den bahsediyoruz (Çok güzel ara başlık atıyorum)

İndus Vadisi Uygarlığı, bugünkü Pakistan’ın Sindh bölgesinde, İndus Nehri boyunca kurulu bir vadi uygarlığı. Kuzeybatı Hindistan ve Afganistan’ın bir kısmına da yayılıyor. Önemli iki şehri: aşağıda Mohenjo-Daro, yukarıda Harappa.

Uygarlığın tarihi M.Ö. 3300 yılına kadar gidiyor, zirve döneminde (takriben 1900’ler olsa gerek) nüfusun yaklaşık 5 milyon kişi olduğu tahmin ediliyor.

Musonun beslediği oldukça verimli topraklara sahipler, Nil’deki Mısır uygarlığı gibi selle mücadele etmeye odaklı bir tarım hayatları var. Bezelye, nohut, susam üretiyorlar. Kıymetli maden açısından zengin konumdalar ve hayvancılıkta gelişmişler.

Yoğun nüfus demek, kalabalık şehirler demek tabii. Bu açıdan İndus medeniyeti yukarıda saydıklarımızdan farklılaşıyor biraz.

Şehir planlamacılığının ciddi bir disiplin olarak ele alınması konusunda insanlık tarihinin ilk örneği İndus Vadisi insanları. Su dağıtımı, dinsel tapınaklara erişimi kolaylaştırma, sokak temizliği vs. gibi konulara kafa yoran, sosyal (çalan ama çalışan) bir belediyecilik anlayışları varmış mesela. İndus’un Kadir Abisi!

harappa 1 Fasulyeden
M.Ö. 2600 – Harappa, Pencap: Dostlarla tarım yapma keyfi

Konuyu boktan bir yere getirmiş olmayayım ama sifonlu tuvaletin ve yeraltı kanalizasyon sistemlerinin ilk örnekleri buradaymış. Sadece tuvalet değil tabii; kuyular, hamamlar, su dağıtım sistemleri vs. derken, genel olarak hidrolik mühendisliğin başladığı yer diyebiliriz İndus Vadisi için.
Sosyal belediyecilik dediğim de şu: Her ev, bu bahsettiğimiz su dağıtım ve boşaltım sistemine bağlı bir şekilde. Adamlar resmen zamanın ötesinde bir İSKİ idaresi tesis etmişler.

Yukarıda deniz ticareti demiştik. İndus Nehri’nde kullanmak üzere inşa ettikleri küçük taşıma botları, zamanla deniz gemilerine, iskele ve liman inşasına evriliyor ve Mezopotamya ve Mısır ile güçlü ticaret ilişkileri kuruyorlar. Gujarat bölgesi kıyılarında bu ticaretin izleri bugün hâlâ duruyor.

Ehh tabii, şehirleşmenin getirdiği hijyen dolu ve kaliteli yaşam, ticaretin getirdiği bolluk ve zenginlik, gece hayatı filan derken cazibe merkezi hâline gelen coğrafya, kuzeyden gelen çok yoğun bir “barbar” göçüyle bugün “bıhtık bu Suriyelilerden” diye bildiğimiz toplumsal bir sorunla yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

Sakınan göze çöp batar misali; hijyen diye titizlenirken, gelen göçlerin taşıdığı hastalıklar, salgınlar, bu salgınlar yüzünden resesyona giren ekonomi, zayıflayan reel ekonomi ve tarım dışı istihdam, bozulan sosyal yapı vs. derken azalarak bitiyorlar.

Coğrafyayı M.Ö. 650’lerde Persler işgal ediyor. Falan filan.

Çin’de durum ne?

1920’lerde keşfedilen Pekin Adamı kafatası gösteriyor ki, bir önceki versiyonumuz olan Homo erectus ailesine ait bir klan, en az 780.000 yıl önce Çin’de yaşıyordu. Şu anki formumuz Homo sapiens örnekleri de 100.000 yıl kadar öncesine dayanıyor.

M.Ö. 20.000’de çanak çömlek yapıldı, 7500’lerde domuz evcilleştirildi, 6000’lerde köpekler ve inekler, 5000’lerde koyunlar… 3600’lerde ipek icat edildi, 3000’lerde sapan, pulluk gibi tarım aletleri kullanılmaya başlandı. Pirinçti, noodle’ıydı, vesairesiydi aldı başını gitti.

Benzer dönüşümü bu çekik gözlüler de gösterdi. Ölülerini gömdü, inşaat işlerine girdi. Tarımı geliştirdi, dere taşmalarıyla mücadele etti; önce şehirler, sonra hanedanlıklar, sonra da imparatorluklar kurdu.

terracotta ordusu Fasulyeden
Halıcıoğlu Askerlik Şubesi önü, saat 5 kuyruğu

2100’lerde Xia, 1600’lerde Shang, 1000’lerde Zhou; sonra emperyal dönemde: Qin, Han, Jin, Sui, Tang, Yuan (ki bu bizim Kubilay Han dediğimiz, Cengiz’in torunu Moğol Hânının kurduğu hanedanlık), Ming, Qing diye giden, sürekli on beş parçaya bölünüp sonra yine tek bir merkeze bağlanan, Türk ve Moğol temsilcileriyle tam bir ölüm grubu olan coğrafyada, komşularıyla bazen savaşan, bazen sevişen çok kanlı canlı bir medeniyet.

Anlat anlat bitiremeyiz ama asıl konuya gelmem lazım!

Asıl konuya gel artık!

Çoğu konuyla alakasız bir yığın detay verdim ama şuraya bağlamaktı amacım:
İnsanlık tarihini şekillendiren ana motivasyon, ticareti kontrol etmek olmuştur her zaman.
Bütün o ittifaklar, savaşlar, teknolojik gelişmeler bunun için yapılmıştır. Ana mesaj bu. Yazı bitti. Dağılın.

Durun, dağılmayın hemen. Birkaç hap bilgi daha, tık tık at geç…

Mısır Firavunu II. Necho diye bir abimiz, Süveyş Kanalı’nın 1869’da hizmete girmesinden 2500 yıl önce Kızıldeniz ile Akdeniz’i birleştirmeyi düşünmüş. Ki kendisi Hindistan’a giden ticaret yollarını kontrol edebilmek için girdiği savaşta Babil Kralı II. Nebukadnezar’a yenilmiş.

Tamam, piramitler falan biraz şımarıklık ama… Koca firavun sırf canı sıkıldığı için mi Kızıldeniz’i Akdeniz’le birleştirmek istemiş olabilir mi?

women and children on the banks of the nile Fasulyeden
M.Ö. 1850 – Nilciğim, çok tatlı çıkmışsın

Aynı yıllarda yazılan, Senegal ve Kamerun’a deniz yoluyla nasıl ulaşılabileceğini anlatan Kartaca yazıtları var insanlık mirasları arasında. Kartacalılar neden Kamerun’a gitmeyi dert ettiler? Fiziğiyle ligi domine edecek ucuz forvet mi arıyorlardı?

İskender, Çin’e varmak için çıktığı ve Hindistan’a kadar gidebildiği seferini sırf “yeni yerler göreyim, yeni kültürler tanıyayım” diye yapmamıştı elbette. (Gerçi yapmış da olabilir… delilik çünkü adamın gideceğim diye yırtındığı yerler.)

Çinliler de Pekin ile Hangzhou’yu birleştiren 1770 kilometrelik kanalı, içinde yüzelim, kanal kenarında nargile kafe açalım diye inşa etmemişti.

Görkemli Roma’nın İmparatoru, Caesar’ın varisi Augustus, henüz Cumhuriyet döneminde güle oynaya Mısır’ı teslim ettiği Mark Antony ile sırf Kleopatra’yla aşk yaşıyor diye savaşmamıştı.

M.Ö. 1000 yılında taa Çin’den Mısır’a ipek, şans eseri gelmemişti.

İpek Yolu

Konuya gelmek üzereyim. Sabır. Çin —Hindistan’la birlikte— dünya ekonomik sistemini, dolayısıyla dünya tarihini kökten değiştiren bir coğrafya. İpek Yolu da bu kökten değişimin ana damarı.

Pek tabii ki Çin’den başlayarak, karayoluyla Moğol/Türk hanlıklarını, Pers diyarını, Mezopotamya’yı geçip Halep’e; deniz yoluyla ise Bengal’e, Ceylon’a, Gujarat’a, oradan Hürmüz’e, Aden’e, Kızıl Deniz’e ve İskenderiye’ye varan; orada da kalmayıp hem Halep’ten hem de İskenderiye’den Akdeniz yoluyla İstanbul’a, Ragusa’ya, Venedik’e, Roma’ya, Genova’ya akan bir ticaret yolu.

map silk road ipek yolu harita Fasulyeden
M.S. 1498 – Kalikut Limanı: Kaptan, şuradan bir baharat, iki de ipek alır mısın?

Adı ipek, en önemli metası Çin’den gelen ipek ama sadece onunla sınırlı değil.
Hindistan’ı da içine alacak şekilde, baharat, kıymetli madenler, çay, tuz, şeker, porselen ve boya gibi o dönemin lüks sayılan metalleri bu ticaret merkezleri ve yollar üzerinden Avrupa’ya akıyordu.

Takdir edersiniz ki hikâye, örneğin Genova’dan çıkan bir tüccarın, kah gemilerle kah develerle tüm yolu yürüyüp Pekin’e gelmesi, ipek satın alıp dönmesi üzerine kurulu değil. Karadan yüzlerce şehir arasında, denizden onlarca liman arasında kurulan koca bir network. (Gerçi nadiren de olsa tüm rotayı kat eden gezginler de çıkmadı değil. Her ne kadar söylediği çoğu şeyin yalan olduğuna dair bazı şüpheler olsa da, misal Marco Polo, babası ve amcasıyla, Venedik’ten çıkıp 3 yıl süren bir yolculukla Çin’e gittiğini, babası ve amcasının İpek Yolu üzerinde imtiyaz kopardığını, kendisinin ise Moğol hükümdarı Kubilay Han’ın —yukarıda bahsettiğimiz Çin hükümdarı Yuan— meclisine girip, senelerce orada yaşadığını anlatıyor. Bugün, büyük ihtimalle tüm Çin’e değil de sadece küçük bir kısmına gittiği; ancak çoğu konuda yalan söylediği ya da abarttığı düşünülüyor. Biraz bizim Evliya Çelebi gibi yani.)

Ve tabii sadece mal ticareti değil — aslında medeniyetler arasında kurulan muhteşem bir etkileşim.
Çinlileri soğanla tanıştırdığı gibi, örneğin Avrupa’da 75 milyon insanın ölümüne yol açan veba salgınının da sorumlusu.

Aynı zamanda Batı’nın mühendislikle, barutla, kâğıtla tanışmasının vesilesi. Ticaret yollarını ele geçirmek üzerine yapılan savaşlar ve bu savaşların yol açtığı ölümler, yıkımlar, felaketler de cabası.

Yukarıda uzun uzun anlattığımız, insanlık tarihinin gördüğü en erken ve en büyük uygarlıkları birbirine bağlayan bu ticaret yolları, M.Ö. 2000’lerde, küçük parçalar hâlinde şekillenirken —yani Çin Orta Asya’yla, Mısır Mezopotamya’yla, Mezopotamya İndus Nehri ile ticaret yaparken— İpek Yolu bir şekilde kendiliğinden ortaya çıkmaya başlıyor aslında.

Çin’den Mısır’a ticaret yapıldığına dair ilk izler M.Ö. 1000 yıllarında. Sonra yine M.Ö. 500’lerde Pers Kralı Darius (the Great), Mezopotamya’daki Susa şehrinden İzmir limanına kadar giden Kral Yolu’nu (Susa-Babil-Diyarbakır-Kapadokya-İzmir) hizmete açıyor. (Hizmete açıyor deyince de RTE açılışı canlandı gözümde.)

Darius’tan sonra Makedon kralı Büyük İskender, 22 yaşında çıktığı o meşhur Hindistan seferini askerî isyanlar ve —sanırım Çin’e sağlıklı bir geçiş bulamadığı için— bitirip (ya da ara verip) geri çekildiği Bağdat’ta, 32 yaşında öldüğünde arkasında bıraktığı: 5’i bugünkü Afganistan’da, 3’ü Pakistan’da, 1’i Türkmenistan, 1’i Tacikistan’da, 2’si Irak’ta, 1’i İran’da, 4’ü de Türkiye’de olmak üzere en az 17 tane adına kurulmuş İskenderiye şehriyle son rötuşlar verilmiş oluyor.

Roma’nın Mısır’ı ve Mezopotamya’yı topraklarına katması ile ticaret yolunun önemi artıyor. Hatta bu kıtalararası yola İpek Yolu adı da muhtemelen Romalıların ipeğe olan düşkünlüğü nedeniyle veriliyor. Romalılar, çil çil altınlarını hakkında hiçbir şey bilmedikleri bu egzotik coğrafyadan gelen ve çok sevdikleri ipeğe gömerken, ipeğin ağaçta yetişen bir şey olduğunu sanıyorlarmış. Çinliler de akıllı tabii, kimse nasıl yapıldığını öğrenemesin diye çeşit çeşit önlemlerle bu konuda tekel olmayı sürdürüyor.

Peki, ipeğin ağaçta yetiştiğini sanan Romalılardan sonra ne oluyor?

Doğu Roma İmparatorluğu, yani Bizans kralı Justinian: “Yeter ulan! Pers’iyle ayrı, Arap’ıyla ayrı mı uğraşacağım?” diye atarlanıp, bu abilerin kontrol ettiği ticaret yollarını by-pass etmek için alternatifler arıyor.

Kuzeyde, Kırım ve Astrahan üzerinden Tacikistan’a; güneyden Etiyopya üzerinden Hindistan’a ulaşmaya çalışıyor ama başarılı olamıyor.

Sonra daha kökten bir çözüm düşünüyor ve misyonerlik faaliyetleri yürüten iki papazın istihbari çabalarıyla, Çinlilerin saklamak için elinden geleni yaptığı ipek yapım sürecine dair bilgileri elde ediyor ve hatta doğrudan Çin’den ipekböceği yumurtaları kaçırmayı başarıyor.
Sene 600 filan.

Silk01 Fasulyeden
Kapalıçarşı, M.S. 542 – “Halis muhlis Bizans ipeği, beğeniniz dostlarınıza, şikâyetinizi Justinianus’a iletiniz.”

Hemen İstanbul, Beyrut, Antakya gibi ülkenin en önemli (haliyle ticaret yolları üzerindeki) şehirlerine ipek atölyeleri kuruluyor. Her ne kadar Çin ipeği kadar kaliteli olmasa da Bizans ipeği dönemi başlıyor. Böylece ticarette Çin ve Perslilerin etkinliği azalırken, Bizans, 1200’lerdeki çöküşüne kadar, 650 yıl boyunca Avrupa’nın ipek tekeli olarak paraya para demiyor. Helal lan Bizans!

İpek Yolu’nda ticaret yapmak baya baya zor ve külfetli tabii, dolayısıyla da oradan gelen metalar pahalı. Tamam, yol üzerinde çok gelişmiş şehirler, kervansaraylar vesaire var ama…
Tüm yolu Çin – Hint/Moğol – Mezopotamya – Avrupa diye 4’e ayırırsak mesela:

  • Birinci bölge, yukarıda değindik, siyasi çalkantıdan çalkantıya koşuyor.
  • İkinci bölge göçebe kabileler, siyasi otorite zayıf, Türkler filan.
  • Üçüncü bölge zaten malum, adı yeter.
  • Dördüncüde de Roma’sı ayrı entrika, Bizans’ı ayrı…

Misal, ticaret yolunun orta kısmını kontrol eden Persliler, Romalılarla sık sık yaptıkları savaşlar sırasında ticareti de durdurmaları nedeniyle, Roma her zaman o çok sevdiği ipeğine kavuşamıyor.
Ya da Orta Asya’da ortaya çıkan Türk hâkimiyeti ve özellikle Göktürk–Çin savaşlarının ticarete olan olumsuz etkisi, meta akışını sekteye uğratıyor.

Yağmacısı, soyguncusu, fitnecisi, binbir türlü belası var. Eee bu işin kesin mafyası da vardır, sana bana yedirmezler. Haraç vereceksin filan derken, Çin’deki 3 kuruşluk ipeğin metresi oldu mu sana 30 kuruş?

O zamanlarda da halcisi, komisyoncusu, kabzımalı kazanıyor, tüketici kazıklanıyor, çiftçi perişan!
Cem Seymen de yok ki, toplumu aydınlatsın?! İpek dedektifi!

Yeni yollar bulmak gerek!

Sürekli dönemin konjonktürel durumuna, jeopolitik gelişmelerine, ittifaklarına, savaşlarına bağlı olarak İpek Yolu da dönüşüyor elbette ve tek bir hat değil, birbirine alternatifli çeşitli hatlar şeklinde gelişiyor.

İşte; zaman zaman Bizans için İstanbul–Kırım–Tacikistan daha kolay ve güzel bir rota olarak öne çıkıyor,
zaman zaman Mısır’dan Hindistan’a Hürmüz üzerinden değil de Etiyopya’dan geçiliyor.
Emevi döneminde Şam Mezopotamya’nın en önemli ticaret merkeziyken, Abbasi döneminde Bağdat oluveriyor.
Sonra Moğollar ortaya çıkıyor, Çin hanedanlıklarını, İslami halifelikleri yerle bir edip, 2., 3. ve 4. bölgeleri tek başına kontrol altına alıyor.

Deniz tarafında; Hint Yarımadası ile İskenderiye arasındaki rotada Aden Körfezi’ni, Kızıldeniz’i Arap tüccarlar ya da Etiyopyalılar,
Basra’yı ve Hürmüz’ü tarih boyunca farklı uygarlıklar — Pers’i, Arap’ı, Moğol’u, Timur’u, Ak Koyunlusu, İlhanlısı, Osmanlısı, Safevîsi — milyon çeşit farklı devlet kontrol ediyor, malum.

Akdeniz’de ise 800’lü yıllardan itibaren Ceneviz ve Venedik hâkimiyeti var.
Kırım’da, Ege’de, Adriyatik’te doğrudan şehir kontrolü ile; İstanbul’da, İskenderiye’de ticaret imtiyazları ile tüm Akdeniz’de diledikleri gibi gemi dolaştırıp, önemi azalsa da hâlen ipekle, önemi kolay kolay azalmayan baharatla zenginliklerine zenginlik katıyorlar.

Ne zamana kadar?
14. yüzyılda, yine Osmanlı hem Kırım’da, hem Ege’de, hem de Doğu Akdeniz’de işlerine çomak sokana kadar.

Zaten önce Bizans’ın zayıflaması, Moğolların çöküşü sonrası 2. ve 3. bölgede siyasi hegemonya kurabilen güçlü bir devlet kalmaması, sonra da Osmanlı Devleti’nin, yine 2. ve 3. bölgede İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezi ve limanlarını kontrol etmesi ve bu kontrolü sağlamak için sürekli savaş hâlinde olması, Avrupalıları muhtaç oldukları Hint ve Çin zenginliklerine ulaşmak için yeni alternatifler aramaya itiyor. (Osmanlı’nın kontrol altına aldığı önemli ticaret merkezlerini şöyle bir sayarsak: İstanbul, İzmir, Antakya, Halep, Şam, Ragusa, Kıbrıs, İskenderiye, Kırım, Aden, Bağdat, Basra vs. vs.)

akdeniz ticaret yolu harita Fasulyeden
“Şu Osmanlı olmasa, Akdeniz’i ne güzel idare ederdim.” ~ Venedikli Mustafa Haşim Paşa

Hadi, 600 yıl boyunca Venedikliler ve Cenevizlilerin keyfi yerindeydi; halifelik yıllarında ve Memlük döneminde İskenderiye ile olan anlaşmaları, ya da Kırım’daki, Ege’deki ticaret merkezleri ve İstanbul’daki ticaret imtiyazlarıyla Hindistan ve Çin’den gelen malların Akdeniz’e dağılımında söz sahibi durumdalar.

Ee Arap, Osmanlı, Memlük zaten güzel yere dükkân açmış, para basıyor.

Peki ya İspanyollar napsın?

700 yıl uğraştıktan sonra, 1400’lerin başında Reconquista ile Müslümanları İber Yarımadası’ndan attın güzel, Aragon’la Castile tacını birleştirdin, nefis, batıda Portekiz’le kavga yok dövüş yok,
huzur içinde yaşamacılık da var, oh şefaya gel.

Ee ama hani ipek? Yok.
Hani baharat? Yok.
Hani çay, kahve, şeker, yağ, bal? Yok…
Kuru ekmek mi yesin, taş mı kemirsin bu adamlar?

Portekiz desen o daha feci. Doğuda İspanyol Krallığı var. Ses edemezsin.
Batında bir deniz var uçsuuuz bucaksız…
Nereye gittiğini bilmiyorsun, onu bilsen nasıl gidileceğini bilmiyorsun, 500 yıl maviliğine bakmışsın, merak edip durmuşsun.

“Merak edip durmuşsun” derken, hakikaten durmuş musun peki? Doğudaki adam zenginliğinin keyfini çıkarırken, batıdaki adam yüzlerce yıl “aman katliam var, dur hele savaş var, kilise baskısı, açlık, veba” dememiş; tüm o karanlık Orta Çağ boyunca bu zenginliğin nasıl el değiştireceğine kafa yormuş. Ve haliyle, bizi muhtemelen Neolitik devrimden sonraki en büyük devrimimiz olan Keşifler ve Aydınlanma Çağı’na taşımış.

Hah, sonunda asıl konumuza giriyor muyuz yoksa?!

Şaka bir yana, bu yazı bu tempoyla devam ederse kitap boyutuna gelecek. Bu kadar uzun bir yazıyı kimse okumaz ve ben daha asıl konuya yeni varabildim.

O yüzden müsaadenizle burada durup, yukarıdaki kısma “Eski Dünya Ticareti” adını verip nokta koyuyorum.

İkinci kısımda önce Eski Akdeniz, sonra da Yeni Dünya Ticareti konuşmak, buluşmak dileğiyle…

Esen kalın!

Yazar:
dea