Buram buram Dolmabahçe Sarayı
Daha önce yazdığım şu yazıda Topkapı Sarayı izlenimlerini paylaşmış, yazının sonunda Dolmabahçe izlenimleri ile devam edeceğim demiştim. Kültür ve tarih yazı dizisi gibi oldu, değişik oldu, güzel oldu bence. Ahan da Dolmabahçe yazısı ile devam ediyorum. Öncelikle Dolmabahçe Sarayı’nın önünden trilyon kere geçmiş, hatta Dolmabahçe tarafındaki kale arkasından Beşiktaş Kapalısı’nın sesini bastırmaya çalışmış birisi olarak birgün olsun “lan girsek mi içeri” tarzı bir yaklaşımda bulunmamış olmaktan dolayı utanç duyduğumu belirterek başlayayım.
İşin ekonomi kısmıyla devam edelim. Saraya giriş için alınan biletler 3’e ayrılıyor. Selamlık, Haremlik ve Saat Kulesi&Camlı Köşk olaraktan. Yanlış anımsamıyorsam her bir bölüme 15 YTL’lik bilet alarak giriyorsunuz. Yani 3 bölümü de görmek isterseniz ederi 45 YTL ve bu 3 bölümü gezmeniz yaklaşık 2 saatinizi alıyor. Ama öğrenci biletleri 1 YTL gibi çok cuzi bir rakamda tutulmuş. 3 bölümü gezmek isterseniz de, dur bir düşüneyim 1 x 3 = 3, hah buldum, 3 YTL para ödemeniz kafii. Ayrıca fotoğraf makinesi ya da video kamera için ayrı yeten para ödemeniz gerekiyor. Ödemezseniz içeride fotoğraf yada video çekimi yapamıyorsunuz.
Topkapı gezisinde olduğu gibi burada da zaman darlığından dolayı her bölümü gezemeyip sadece Selamlık kısmı ile yetindik. Yaklaşık bir saatinizi alıyor bu bölümü gezmek. Sarayı rehber eşliğinde geziyorsunuz ve oraya gittiğinizde bir sonraki turun oluşturulması için biraz beklemeniz gerekebilir.
Haremlik/selamlık ile ilgili şöyle bir yanlış algı var onu da düzeltmek boyun borcu olsun. Efendim, Osmanlı’da malumunuz saraylarımızda harem diye bir bölüm var. Toplumun genelinde haremlerin bir fuhuş yuvası olduğuna dair bir algı var. Ki aslında kısmen de doğru, yani haremin içinde padişahın cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için hazır ve nazır bekleyen cariyelerden, gözdelerden oluşan bir bölüm var. Ama harem sadece bu demek değil. Harem daha çok padişahın yaşadığı yer anlamına geliyor. Klişe tabirle padişah ve ailesinin özeli, kutsalı. Ve haremin gizliliği içerideki fuhuş ortamından değil, padişahın yaşadığı yer olmasından. En azından fuhuş fikrini benimsemiş batı tarihçilerinin aksine günümüz Osmanlı tarihçilerinin iddiası bu şekilde. Topkapı Sarayı kısmı biraz ikircikli ama Dolmabahçe’de harem bölümünün bir ev olduğu fikriyatı kendisini epey hissettiriyor.
Haremlik bölümü nasıl padişah ve ailesinin özeli ise selamlık bölümü de devlet-i ali’nin özeli denebilir. Dolmabahçe Sarayı’nda bu ikisini Mabeyn Odası birbirine bağlamakta. Selamlık bölümü protokol, saray erkanı, elçi kabul salanları, falan filan olarak özetlenebilir.
Turun hemen başında İtalyan ressam Stefano Ussi’ye ait Sürre Alayı isimli tabloyu görüyorsunuz. 300 x 520 cm gibi devasa boyuttaki tablo kalın bir altın çerçeveye sahip. Sürre arapçada para kesesi anlamına gelen bir kelime. Osmanlı padişahları her sene hac mevsiminde İstanbul’dan Haremeyn’e, yani Mekke ve Medine’ye altın ve değerli hediyelerden oluşan bir kervan gönderiyorlarmış. Bu kervana sürre alayı denirmiş. Ve italyan ressam Ussi, Süveyş Kanalı’nın açılışı dolayısıyla Mısır’a giderken bu kervana rastlamış. Çok etkilenerek kervanın resmini çizmiş. Kısaca öyküsü bu şekilde olan resmin altın çerçevesinde Al-i İmran suresinin 126. ayeti işlenmiş: “Allah bu yardımı size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. Yardım ve zafer ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ın katındandır.”
Rehberin anlattığı bu hikaye ile eğer o ana kadar farkına varmadıysanız Dolmabahçe Sarayı gibi çok çok özel bir mekanda bulunduğunuzu anlıyorsunuz. Ki sanırım sarayda sergilenen en etkileyici eserler de bu tablolar. Fatih’in İstanbul’a girişini resmeden ünlü tablo, yine Fatih’in gemileri karadan suya indirirken atını denize doğru sürdüğü tablo, tarih kitaplarından aşina olduğumuz Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin geçit törenini resmeden tablo gibi birçok özel tablonun orijinalleri Dolmabahçe Sarayı’nda sergilenmekte. Bunun dışında sergilenen tabak çanak gibi eserlerin çok fazla dikkatimi çekmediğini ifade etmem gerekir.
Sergilenen en etkileyici eserler tablolar dedim ama sarayın asıl etkileyici kısmı tabii ki mimarisi, şatafatı, mobilyaları. Odaları gezerken, misal bir katipin odasında bile muhteşem mobilyalar, perdeler, halılar görebilmek mümkün. Odanın önemi arttıkça şatafat da aynı ölçüde artmakta. Saray’da kullanılan tüm halılar Hereke yapımı. Kristaller İngiltere’den; çiniler Kütahya ve Çin’den. Tam hatırlamıyorum ama sanırım Elçi Kabul salonunun girişinde Hindistan’dan gelen bildiğimiz fildişinden şamdanı görünce dudaklarınızda bir “oha” mırıldanması duyuluyor, engel olamıyorsunuz.
Sarayın yapımı Osmalı’nın batılılaşma çabalarına denk düştüğünden dolayı mimari açıdan da bu dönemin izlerini taşıyor. Rehberin dediğine göre Fransız Baroku, Alman Rokokosu, İngiliz Neo Klasizmi, İtalyan Rönesansı karışık bir şekilde uygulanmış. Sarayın mimarisinde simetri çok önemli bir yer tutuyor. Hem deniz tarafına, hem de bahçe tarafına açılan saraya enlemesine yayına Zülvecheyn Odası bu simetrinin en önemli örneklerinden sayılabilir. Bu oda hanedan için, sünnet, nişan, düğün gibi özel törenler ve yabancı devlet erkanına verilen ziyaretlere ev sahipliği yapan şatafatın zirve yaptığı odalardan birisidir. Ayrıca harem mensubu kadınların selamlık bölümünde girebildiği tek oda burasıymış.
Gelelim sarayın en özel ve en büyük bölümü olan Muayede Salonu’na. Burası dünyanın en büyük kubbeli mekanları arasında yer alıyor ve 56 dev sütunla çevreleniyor. İçeriden yüksekliği 36 metre, çapı 24 metre olan tek bir kubbeden oluşan salonun tam ortasında 4.5 ton ağırlığında yine İngiliz kristalinden yapılmış bir avize bulunmakta. Burası kubbeli klasik Osmanlı mimarisinin en son örneği oalrak gösteriliyor. Ve Osmanlı İmparatorluğu’nda önemli bir yer tutan divanhane konseptinde inşa edilmiş. Muayede Osmanlıca bayramlaşma demek. Ve adından da anlaşılacağı gibi salon özellikle bayram törenlerinde ve bazı devlet törenlerinde kullanılmış. (Örn. V. Murat’ın cülus dağıtması ve tahta çıkması) Osmanlı’nın son dönemlerinde de bazı ziyafetlere ev sahipliği yapmış olan salonun müze olarak kullanıma açılmasından önceki son işlevi de Dolmabahçe’de vefat eden Mustafa Kemal Atatük’ün naaşının Etnografya Müzesi’ne gitmeden önce İstanbullu’ların ve İstanbul’a gelen vatandaşların ziyaretine açılması olmuş.
Dolmabahçe Sarayı’nın yapımı ve kullanımı Osmanlı’nın çöküş dönemine takabul etmesinden dolayı insanın ister istemez “ne gerek vardı bu şatafata” ya da “İşte bu yüzden çöktü koca Al-i Osman” gibi beylik laflar kurmasına neden oluyor. Abdülmecit’in emri ile sarayın yapımına 1843’te başlanmış ve 1856 yılında tamamlanmış. Sarayı için her türlü masrafı göze alan ve yıllarca bekleyen Abdülmecit bu görkemli sarayda sadece 6 ay yaşayabilmiştir. Sarayın 5.000.000 altına malolduğu rivayet ediliyor. Ve o dönem sarayda 5320 kişi hizmet etmekte, sarayın yıllık maliyeti 2.000.000 sterlini bulmaktaymış. II. Abdülhamit’in suikast korkusuyla buradan ayrılıp Yıldız Sarayı’na taşınmasıyla birlikte büyük şatafat ve çok ciddi bir ekonomik külfet ile inşa edilen saray kullanılmamaya başlanmış. Sonra da Osmanlı batmış, malumunuz.
Cumhuriyet döneminde ise Dolmabahçe Sarayı’nı Gazi Mustafa Kemal İstanbul ziyaretlerinde kullanmış ve herkesin bildiği üzere burada hayata gözlerini yummuş. Daha sonra İsmet İnönü de İstanbul ziyaretlerinde sarayı kullanmış ve tek partili dönemde yurtdışından gelen yabancı devlet adamları burada ağırlanmış. 1930 yılında tursitik ziyarete açılan saray birkaç kez güvenlik nedeniyle kapalı tutulmuş, daha sonra tekrar açılmış. Ve halen öğrenci iseniz 1 YTL ödeyerek gezebileceğiniz, bahçesinde oturup çay içebileceğiniz harikulade bir eser olarak boğazın hemen kıyısında ikamet etmekte. Gidip görmekte fayda var.
Küçük bir ek bilgi olarak; Baroque mimarisinden mütevellit sarayda kendini baskın gösteren simetri anlayışı yüzünden, saraya hediyeler çifter çifter gelirmiş ki buna en güzel örneği de dea vermiş, fildişinden şamdanlar ve tam bunların arkasına, kapıların girişine konmuş ürkütücü ayı postları…