Der-i Aliyye Günlüğü vol.1
Epey yorucu ve kısmi hayal kırıklıkları ile bezeli bir günün ardından insanı yorması kaçınılmaz olan en önemli şeyin Mecidiyeköy’den Yenibosna’ya İETT otobüsü ile gitmek olduğunu anladım sayın okuyucu. Yüzlerce kişilik yolcu kuyruğunun en arkasında kendime bir yer bulmuş, sıradaki otobüsün klimalı yeni otobüslerden olması için dua ederken, yapabileceğim tek şey “Allahım neydi günahım, Neden geldim İstanbul’a, Ben köyümü özledim” tadında şarkılar, türküler ile İstanbul’un kalabalık hüznüne dalmaktı. Daldım.
Eski, görüntüsü ile bile insanın içini kavuran körüklü otobüslerden birisinde kendime ve kıçıma yer bulduğum da ise bu Der Saadet hüznü kendi içselliğime doğru güzergah değiştirdi. Ve ben kendi hüznüme katlanabilme konusunda bugünlerde hiç te yetenekli sayılmam. Ve sanırım kaçmam için tek şansım toplumsal gözleme dayalı bir çevre kontolü yapmaktı. Ve yaptım. Otobüste kendime denekler aramaya başladım. Örneğin ellerinde koca koca ve garip garip çantalarla kalabalık arasından otobüsün arkasına doğru ilerleyen teyzenin ne taşıdığı, nereye taşıdığı, nerde oturduğu, hayatından memnun olup olmadığı gibi türlü sorular sordum kendime ve yazmaya başladım kendi senaryomu. Değme Sinan Çetin filmlerinde bulamazsınız bu tadı…
Sonra arkamdaki, ters vaziyette olan koltukta oturan bir anne ve kucağındaki küçük çocuk. Küçük çocuk camdan dışarıya bakarken, yanımızdan geçen 4*4 aracın arka koltuğunda oturan süslü akranını görünce annesine “Bizim niye arabamız yok?” diye bir soru sordu. Ve toplum mühendisi olarak bendeniz, kendimi, bu çocuğun gördüğüm en küçük sosyalist olduğuna inandırdım. İşte üst sınıfın varlığı ile kendi varlığı arasındaki farkı sorgulayan bir sosyalist. Sanırım hiçbir iktisatçı, teorisyen ve toplumbilimci bu küçük kızın, kurduğu cümle ile yarattığı kuramı açıklayamazdı bana o anda. Ve tabi hiçbir pediatr uzmanı yada psikolog da.
Annesinin ne cevap verdiğini duyamadım çünkü trafiği yarmaya çalışan bir ambuılansın acı çığlıkları arasında ezildi kelimeleri. Ve 4*4 de ambulansın peşine takılarak, yardı kalabalığı. Sanırım çocuk da o andan itibaren sosyalist tavırlarını bir kenara bıraktı ve gördüğüm en dayaklık şımarık rolüne büründü. Tabi annesinden hafif şaka ve tehdit karışımlı bir tokat yemesi ile tekrar sosyalist oldu. Ezilen sınıf ve egemen sınıfın mücadelesi. Yaşasın ezilenlerin mücadelesi ve o tokat hepimize atıldı. Ama hakettin o dayağı be yavrucum. Dedim sana iki durak sonra inicez, az daha sabır diye. Cık cık cık.
Sonra Topkapı dolmuş duraklarının orada yanıma yanaşan ve “S.ktiğimin Kadıköy’üne nasıl giderim” diyen sarhoş amcaya ne demeli?
– Amca Cevizlibağ’a gidicen burdan yürüyerek, ordan geçiyor Kadıköy arabaları.
– S.ktiğimin Cevizlibağı’na nasıl gidicem ben?
– Amca işte şurdan yürü, 5 dakikaya ordasın.
– Siktiğimin yerine niye geldim ben?
– Ne biliim amca?
– Sikti%&&/%+&^&^&
– Dıtt. dıttt. dıtttt…
İstanbul garip yer, bunu söylememe ihtiyacınız yok aslında. Ama belki farketmediniz; İstanbul yazın daha da garip biryer. Tıkış tıkış otobüslerde saatler süren işkence tadındaki yolculukları, “Soğuk su” satıcıları, sağok su içicileri, çiçekli böcekli askılı elbise giyen ablaları, simsiyah çarşaf giyen ninjaları, şort, terlik, bir şekilde rengarenkliği, her şekilde kipkirliliği, denizi, mavisi, yeşili, siyahı, sarhoş amcaları ve sosyalist çocukları ile. İstanbul yazın çok “bizim gibi”
Not: Tepedeki İstanbul görseli değişecek ama üşeniyorum…
dea deneme
dea deneme 1
En güzel zaman ise , kaybedilmiş bir maçtan sonra eve dönerken , hiç tanımadığınız insanlarla girilen yada kulak kabartılan sohbetlerdir. “Tamam ya gitti Rıza” ” Bilerek oynamıyorlar” “Hiç bağırmadık bugün ” yeni açıktaki olay neydi ” “masuz atmadı piç” ” sensin lan piç kolaysa sen oyna”
gibi ayrıntılar tartışılır..Telefonla evdekilerden ofsaytla ilgili ne yorum yapıldığı öğrenilir. Son dakika haberleri alınır. Maçtan sonra vukuat olmuşsa “anne” ler arar yada.
Tüm bu yorumlar olurken , okuldan eve dönen , yada işten dönen bir polis memuru , yada saatlerdir ağız kokusu çeken otobüs şöförünün ” kasap et koyun can derdinde” ki acır , kızar ,keşke benimde derdim bu olsa diye bakan bakışları kontür yetersiz akbil sesleriyle karışır..
Çelişkilerin konusudur bu otobüsler..Mercedes marka otobüse binerler ama mercedes alma hayalleri vardır , hallk otobüsü diye bir adlandırma ne kadar doğrudur , her bakımlı yaşlı teyze günden mi gelmektedir , hoşsohbet iett şöförlerinin hepsi emekli mi olmuştur?
otobüs camından,lüks arabadaki akranına bakan çocuğa benzer bi ruh halindedir aslında o 4*4 aracın içinde olan diğer çocuk. en azından ara sıra da olsa “basit gibi görülen zor yaşamı” ister.empati yapar.roller değişir türk filmlerindeki gibi.istediği her şeyin alınmayacağını,hayatta bazı şeylerin vakti gelince eline geçeceğini ya da kendi bir adım atmadıkça arzuladığı nesneye varamayacağını anlar.yaşadıkça tecrübe kazanacağını ve bu birikim ile hayat çizelgesi üzerinde dikiş tutturması gerektiğini anlar.küçük bir çocuk bu kadar şey düşünür mü demeyin.nasıl çocuktan alınıyorsa haber,düşünmek bile çocuktan öğrenilebilir pekala..
ulan bu sıcakta otobüse mi binilir yahu…jeep ile piyasa yapmak varken…
anne ben “guest” oldum diyebilirm artık 🙂 ismi girmeyi unutmuşuz…
Bir de dolmuş versiyonları vardır bu yolculukların. Sorunsuz bir dolmuş yolculuğu pek azımıza nasip olmuştur. Ya kaptan ya da yolculardan birisi kafa s**mek üzere görevlendirilmiştir o yolda. Hele bir de yaz sıcağında bindiğinize bineceğinize pişman ederler adamı.
Eğer yolcuysa o günün soldan kalkanı muhtemelen yaşı biraz geçmiştir. Çıkardığı baş sorun şoföre bağırmak olur bu tiplerin. Bir kere sesi çıkmaz, inecek var der şoför duymaz, ondan sonra “ulaaaan inecek var dedik” diye bağırır, ortamı gerer öyle iner. Ya da şoföre müdahale eder bu tarz yolcular. Müziği kıs, yavaş git gibi isteklerde bulunur. Ya da arkadan para uzatana bağırırlar: “Git kendin ver”. Bir de kendinizi ölüyor gibi hissettiğiniz, ulan kıçımız koltuk gördü dediğiniz bir anda başınıza dikilen, ısrarla sizi kesen, hadi lan kalk bakışları atan, sizi yer vermeniz için taciz eden modeller vardır. Eğer işinde iyiyse hiç şansınız yoktur, kıçınız ayakta yolculuğa devam eder. Yazın 45 derece sıcağında pencereyi kapattırırlar, ama ısrarla o pencerelerin yanındaki koltuğa otururlar.
Bir de lanet şoför modeli vardır. Kendini İstanbul-Ankara otobanında sanır. Arkadaki arabalardan sürekli korna sesi gelmesi bu yüzden şaşırtıcı değildir. Bozuk para vermeyene “bu ne bee” der parayı ekşi suratıyla bozar verir. İneceğiniz yerde “burda olmaz” der, gider 300 metre ilerde durur. Böyle takıştığı yolcu indikten sonra arkasından saydırır, yanındaki koltuktaki yolcuyu yandaş beller, inene bi güzel saydırır, o da he der kafa sallar.
Ulan kaç filmimi izledin ki ismimi zikrediyon yazılarında dingil ?
(kusma aparatı yine askıda, şuraya kusuveriim)
kaşınanlar var sanırım. umarım bi yanlış yapmazlar bana, yoksa bu istanbul dar gelir onlara…
ulen sen kimsin lem?utanmiyonmu adima baskalarina dingil demeye dingil???
“kusmak insani bir reflekstir” diyesim geldi kusma aparatını göremeyince.onu bile yapamaynlar var demek ki..
Soyağacımda büyüklerimin doğum yeri Der Aliye olarak görünüyor. Okuyunca da anlaşılıyor.
O kadar küfür var İstanbul’a, o zaman neden geldiler?