Dondurma kronolojisi
Dondurmaya dair ilk hatırladığım şey bademcik ameliyatımdan hemen sonra, eve gelir gelmez teyzemin gidip bana külahta dondurma getirmesiydi. Sanki bademcik ameliyatını sadece dondurma yemek için olmuştum. Değer miydi peki? Hem de sonuna kadar…
Çok fazla marka reklamı yapacağız belki ama kendi kronolojik dondurma hikayem böyle markasız başlar.
Küçükken şimdiki gibi bakkallarda dondurma yoktu. Dolayısıyla bu kadar fazla çeşit de yoktu. Sokağımızın köşesinde “Şekerci” diye bildiğimiz ufak çaplı bir pastane vardı. Bizim de dondurma kaynağımız orasıydı. Elimize geçen bütün paraları mideye indirdiğimiz kutsal mekanımız. Bu arada, elbette anne-babanın haberinin olmaması lazım. Her şey son derece gizli olacak. “Aman Tevfik Abi sen beni görmedin, bilmiyosun. Ben senden dondurma almadım, hadi eyvallah” Dediğim gibi o zamanlar çeşit filan da yok . Sadece enine uzun metalik gri renkte bir buzdolabı, üstte 5-6 tane kapak, kapakların tam ortasında siyah bir tutma aparatı ve kapak açılınca tenekelerin içindeki dünyanın en leziz, en yenilesi dondurma türleri. Vanilyadır, kakaodur, hele bir de en sevdiğim limonlu, vişneli, çilekli falan varsa aman Allahım değmeyin keyfime.
Yeni Türk Lirası mı vardı eskiden, 50.000 liralık, 100.000 liralık, hele daha fazla paran varsa cebinde, hepsinden doldur külaha… Gerçi külah kısmını hiç sevmezdim, tadı hoşuma gitmezdi. Dondurmanın külah içindeki en son kısmı bitince, o kısım dudaklardan girip dilde eriyince, geriye kalan külah müsveddesi benim için bu zevkin en kötü anlarıydı. Değer miydi peki? Pek tabi ki…
Dondurma satan pastanelerin yerini kuruyemiş dükkanları aldı sonraları. Biraz daha sonra her bakkalın vazgeçilmezi oldu dondurmalar. Tabi bu arada, kaçınılmaz olarak markalaşma başladı. Külahlar, kutular değişti. Rengarenk olmaya, insanların gözleri boyamaya başladı. Albenisi arttı, içi değil de dış görünüşü biraz daha önem kazanır hale geldi. Başka başka markalar türedi. Tüketim alışkanlıkları değişmeye başladı. Külahta dondurmaların yerini çubuklar, kutular, kaseler aldı… Daha fazla çeşit olması hoşumuza gitmeye bile başlamıştı. Ama çok büyük bir sorunumuz vardı, dondurmayı sadece yaz aylarında tüketebiliyorduk. Ve daha da acı olan şuydu ki yazın gittiğimiz yerde sadece bir çeşit marka dondurma vardı. Daha da açık bir ifadeyle bir markanın iki farklı çeşidi.
Tabii bu arada kornet furyası da başlamıştı. Artık külahlar da güzelleşmişti. Dondurma sapına kadar külahın içine girebilmekteydi. Keyif son raddeye kadar sürebiliyordu. Dönemin başlıca markaları Algida ve Panda olmuştu. Hele onlarca çeşidi olan Algida bizi tamamen baştan çıkartmıştı. Ama Panda’nın Everest adında kutu içinde vanilya ve çilek sosundan (lan vişnemiydi yoksa) oluşan bir dondurması vardı ki. Çok fazla panda satan dükkan olmadığı için Everest bulana kadar çok yer dolaştığımı bilirim. Bulmuşken de fazla fazla alır, stok yapardım. Tabi Algida’nın cornetto’larınden başka “çek bir feast”i vardı, yani reklam sloganı böyleydi. Ortasındaki çikolata enfesti. Benim favorim -adı fiesta idi sanırım- yoğurtlu dondurmalarıydı. Olmazsa olmazımdı. elbette buz yeme hastalığımdan dolayı Calippo ve Buzparmak vazgeçilmezdi. Ama biraz önce de söylediğim gibi bunlar benim için biraz uzak hayallerdi. Zira güzelim yazın koskoca 3 ayını geçirdiğimiz yerde Alaska, Eskimo ve kornetten başka bir şey yoktu. Ve sadece vanilya-kakao çeşitleri. Tabii mecbur kaldığın an onlar bile vazgeçilmez hale gelebiliyordu. Frigo bile bulunmuyordu.
Dökmediğimiz dil, söylemediğimiz söz kalmazdı ama nafile, yeni dondurmalar getirtemezdik bakkala. Sadece bununla kalsa iyi, dandik olan dolap sayesinde dondurmaları ilk gün yedin yedin, ertesi güne muhakkak erirdi. En sonunda ailelerimiz halimize acıdıklarından mı, yoksa kendi canları da istediğinden mi bilinmez gelen dondurma arabasından kutu kutu dondurma almaya başlamışlardı. Yıllar yılı bakkal amcamızın bu inadını kıramadık. Her sene “belki bu sene yeni çeşitler gelmiştir” diyerek ümitle gitmiştik ama senelerce bizi karşılayan Alaska yazılı o dandik dolap olmuştu. Hani belki de Alaska’nın en son müşterisi bizim bakkalımızdı.
İstanbul uzaktı, lakin dondurma arzusu uzaklık tanımazdı. “Hadi İstanbul’a dönelim birkaç gün kalır döneriz” isteklerinin arkasında hep bir kuble dondurma yeme amacı vardı. Ve İstanbul’a dönülünce de, eve daha girmeden gittiğimiz yer mahallenin dondurma satan kuruyemişçisiydi. E ne de olsa olmazsa olmazlar, vazgeçilmezler sadece orada vardı. Değer miydi peki? Hem de sonuna kadar…
Klişe ama, o zamanlar internet de yoktu tabii. Dünyayı sadece gazete ve televizyonlardan bilirdik. Onlar bize ne verirse onu alır, kendimize küçük bir dünya yaratırdık. Avustralya’da çekilen bir dizide bir kafenin içinde Algida markasını görünce “aha işte bizim dondurmamız! Anaa harbiden bizimki lan bu!” demiş; “Avustralyalılar da mı aynısını yiyor? Nasıl olur ki?” soruları ile epey meşgul olmuştuk. Küreselleşme falan bilmiyoruz neticede, tek derdimiz “Ali Şen başkan, Fenerbahçe şampiyon”
Sonra sektör büyüdü tabi, bakkalların yerini marketler, süpermarketler aldı. “Dondurma yeme bademciklerin şişer” lafının yine ebeveyn yalanı olduğunu, sağlıklı üretilen bir dondurmanın hiçbir şekilde zararlı olmadığını, aksine faydaları olduğunu öğrendik. Tabii yüzyılın devrimi olarak, dondurma artık kış mevsiminde de gayet yenilebiliyordu.
Büyük kaselerde satılan dondurmaların yerini genellikle iki çeşit olan litrelik dondurmalar aldı. Bu arada Viennetta’ya iki satır ayırmadan geçemeyeceğim. Pastanın dondurulmuş halini yemek ne güzeldi, off offf. Açgözlülük yapar, alıp bir kere de bitirmeye çalışırdım. Ama tabi sonunda zafiyet durumu kaçınılmaz olurdu.
Zamanla pastanelerin de değiştiğine tanıklık etti bu gözler. Külahtaki dondurmaları Roma dondurması yaptılar. Külahları kornet yaptılar ve de kup kültürünü yarattılar. Çok zengin kokteyller albenileri ile birlikte raflardaki yerini aldı. Mado, Özsüt bu işi en iyi yapanlar. Ben forza Özsütçü’yüm. Özellikle Galatasaray’daki Özsüt hakikaten taze, kaliteli ve de bol çeşitli dondurmalar sunmakta. Ayrıca Dilek Pera’yı da tavsiye ederim. Güzel mekan, güzel dondurmalar.(Şimdi reklamları okudunuz!)
Çeşitlerin artık sınırı yok. Birkaç sene içinde patatesli, domatesli, patlıcanlı, ıspanaklı dondurma çeşitleri de beklemiyor değilim. Kapitalist sistem bu, yapar valla. Zaten amaç da bu değil mi? Hepsini yapalım, hepsini satalım…
Bir keresinde bir pazar araştırmasına çağırdılar, gittik. Ürünümüz dondurmaydı. Biz de neticede seviyoruz, ailecek yiyoruz. Konuşmanın bir yerinden sonra konu Türk tatlı çeşitlerinin dondurma yapılmasına geldi. Yok şekerpareli, yok ekmek kadayıflı, yok güllaçlı dondurma. Herkes beğeniyoruz falan diyor, ben de dedim “Ne alaka, ne beğenmesi şiddetle karşıyım. Bırakın, tatlılar tatlı olarak kalsın, ne bu kâr hırsı, ne bu her şeyi meta yapma amacı.” Bir de o zamanlar siyasala yeni girmişiz, epey bir kaptırdım kendimi. Sonrasında tabi bir daha aramadılar, çorbamızdan olduk…
Hâlâ da aynı fikirdeyim, her şey dondurulacaksa hani benim sütlü güllacım, hani çikolatasıyla parmaklarımı yediğim profiterolüm, hani kaymaklı ekmek kadayıfım. Neyse daha fazla uzatmayalım. İşte bu da benim kişisel dondurma kronolojimdir. Kim bilir atladığım, unuttuğum ne çok dondurma hikayesi vardır. Bu kadar yazdıktan sonra hemen çıkıp bir dondurma alıvereyim. Şimdi aklıma geldi meybuz hikayelerini, kavun içi dondurmaları yazmayı unutmuşum. Yorum kısmında artık…
Dondurmaysa eğer, her şeye değer, alayına gider…
* “Panda’ya fare girdi almayın” diye şehir efsaneleri türerdi , ki bir ara panda satılmıyordu çoğu yerde.
* Sat1’de,pro7 de am/göt görücez diye cumartesi ve perşembe geceleri..LAGANNESE reklamları olurdu. Ulan bizim algidanın almancası falandır heralde derdik.
* Mahalle maçından sonra BEYAZCIK yenirdi. En ucuz en lezzetli dondurmaydı.
* Dondurma mevsimi 23 Nisan’da açılırdı eskiden. 23 Nisan’dan sonra dondurma yenebiliyodu nedense.
* Dondurma = Ada demekti. İlk meyvalı dondurmaları orda yemiştim ben. Ahududu , karadut.
* Algida’nın vişne-kaymaklı ve Buzzy’sine hayrandım. Hele o buzzy’e dili yapışırdı insanın.
* Yıllarca aklıma takılan bir şeyi sormak istiyorum. MOR RENKLİ bir dondurma olurdu pastahanelerde .Neliydi o? bir de TUTTİ FRUTTİ denen içinde portakal kabuğu olan bi dondurma. Onları hiçbir zaman sevmezdim
* Maraş dondurmasına bayılırım , ama külahla oyun yapan ,turist yerine koyan amcalara hep kıl olmuşumdur/olacağım. Ver işte efendi gibi yiyelim dondurmamızı.
* Evde dondurma yapma gazı olurdu bazen. Hiçbir zaman gerçekleşmedi o. Eskiden yaparlarmış gerçekten.
fındıkzade’de ananemin yakınında bi tadım dondurmacısı var mesela çocukluktan beri oranın limonlu dondurması favorimdir. genel olarak da limondur, vişnedir, karaduttur, frambuazdır, böğürtlendir, ekşi varsa tamamdır. calippo’nun içinde az kalınca onu aşşadan yukarı çıkarmak müthiş zevk veriyodu bana mesela. minimilk’i de severdim, hem ucuzdu hem de basitti. alaska, panda falan bunlara hiç alışamadım. viennetta’yı da sevmem işin açıkçası. çok köpüklü, böyle yapay gelirdi bana. şimdi mesela algida’nın koca kutuları var, vişne kaymak falan güzel oluyor.
Panda reklamındaki çocuk zehirlenmiş (ve hatta kimi çevrelerce ölmüş) şeklinde yayılan dedikodunun Algida Merkez Üssü tarafından çıkarıldığını düşünmekteyim. Bugün panda bu kadar tutmadıysa tek sebebi odur. Bizimkiler Panda alma Algida al diye tembih ederlerdi sürekli…
Panda dedin mi tek dondurma Mr.Pan dır benim için. Şapkalı mis gibi ittir alttan o eşsiz kaymaklı dondurma tadı dibinde çikolata sosu offf… Yahu niye üretmiyorlar artık ondan, niye.. 🙁 Resmini bile bulamadım koca internette yazık ulan.. Varsa bi hayırsever resmini bulsun görmek istiyorum yıllardır hasretim..
Ya şu duyum , şehir efsanesi mi? Yoksa gerçek mi?
“Oğlum migros dahil , hepsi elektrik gitmesin diye algida dolaplarının fişlerini çekiyolarmış , gece eriyormuş onlar , sabah gene donuyomuş , hep bakteri ürüyomuş , hasta ediyormuş işte , benzetmek gibi olmasın bizim bi tanıdık…..”
Niyetliyken okumayin…