Gitmek zor iş
Siz ne kadar hayatı anlamlandırmaya çalışsanız da dünyanın bir köşesinde anlamsızca şeyler size inat olmaya devam ediyordur. Bazen gerçek; göründüğü gibi olmamakla birlikte, gerçeğin göründüğünden daha gerçek olduğu zamanlar da vardır. Anlamsızdır, saçmadır. Ama bir şeyler oluyordur işte.
Ufak bir odada bitti her şey. Belki anlamsızdı. Ya da anlamlıydı da kimse anlamlandıramıyordu. Kim bilir?…
İçeride iki ayrı ceset vardı. Kız camın dibinde yere uzanmış, kafası sağ tarafa düşmüştü. Sol elinde tabanca, sağ elinde ise kesilmiş bir el vardı. Kanlar kafasının bir metre etrafına kadar yayılmıştı ve yavaşça parkelerin aralarına sızıyordu. İçeride bir kedi vardı ve sanırım o da anlam veremediği için olanı biteni kokluyordu.
Kızın sol tarafından bir başka odaya açılan kapıya kadar yerde kan izleri vardı. Kapının dibinde ise sol eli kesilmiş bir erkek cesedi duruyordu. Kafasında ise tek bir kurşun yarası.
Oda sıcaktı. İçeride bir soba vardı ve kömürler yeni köz olmaya başlamıştı. Sanırım dört saat önce atılmıştı bu kömürler. Ancak ölüme gidilen yolda üşüme kaygısı neden duyulmuştu?
Ufak bir masa vardı odanın ortasında. Masanın üstünde kağıt, kalem, Shan Sa’nın ‘’Go Oyuncusu” adlı kitabı ve küçük bir teyp vardı. Tracy Chapman’in ‘’All that you have is your soul” şarkısı çalıyordu. Tek bu şarkı vardı, belki de bunun içindeydi her şeyin anlamı.
Kızın sağ eli, kesilmiş el ile kenetlenmişti. Sanki iki kişiyi ayırmak isteyen birisi kesmiş gibiydi. İki elin arasından bir kağıt parçası görünüyordu. Belki de olanların anlamı bu kağıttaydı. Kim bilir?…
Yaklaşık dört saat önce bitmişti her şey, ya da başlamıştı.
***
– Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi? Dedi kız.
– Hı hı, dedi çocuk kucağındaki kediyi okşayarak.
– Ya sen?
– Ne ben?
– Ya sen beni seviyor musun?
– Seviyorum tabi yahu bu da şimdi soru mu?
– Ne bileyim pek ilgisizsin de…
Çocuk kediyi yere bıraktı ve kıza doğru döndü;
– Saçmalama. Birazdan seninle birlikte gideceğiz ve sen hala benim sevgimden şüphe ediyorsun.
– Pekala söyle o zaman beni mi daha çok seviyorsun kediyi mi?
– Hmmm…
– Çok zordu soru herhalde bu kadar düşündüğüne göre…
– Epey zor geldi ama tabi ki seni. Hayır ya kediyi. Hayır hayır seni. Kedi… Sen… Neden kendini kedi ile kıyaslıyorsun ki?
– O da bir canlı değil mi sonuçta…
– Elbette ama seninle kıyaslanacak durumda değil. Ben senden başka kimin için gidebilirim ki dünyadan?
– Sanırım kimse.
– İyi ne güzel anlamışsın. Rahatladın mı şimdi?
– Evet…
Bir süre bu sessizlik bozulmadı. Kız çocuğa bakıyordu, çocuk ise boş duvara gözleriyle bir şeyler yazıyordu. Bu sessizliği bozmak istiyordu kız;
– Ne düşünüyorsun?
– Evrim teorisinin bilimsel olarak ne kadar gerçek olduğunu.
– İyi de sen ne anlarsın ki?
– Anlamlandırmaya çalışıyorum belki de…
– Anlaşıldı sen küsmüşsün. Tamam, özür dilerim, saçmaladım.
– Özür dilenecek bir durum yok ama saçmaladığın doğru. Şimdiki durumumuza bir bak, biraz sonra neler olacak düşün ve sonra seni ne kadar sevdiğimi anla.
– Tamam farkındayım saçmaladığımı. Ama ne bileyim işte, bedenin burada kalacak ve ruhun yok olup gidecek. Benden uzakta kalmandan korkuyorum.
– Sana bir şey dinleteceğim.
Çocuk sol elini yere koyup yavaşça ayağa kalktı. Bir başka odaya geçti. Ufak bir teyp ve kaset ile geri döndü. Kaseti teybe yerleştirdi ve sesini konuşmalarını bölmeyecek kadar açtı. Çalan Tracy Chapman’in ‘’All that you have is your soul” adlı parçasıydı. Konuşmak yerine böyle anlatmak istiyordu herhalde.
Kasette tek bu şarkı kayıtlıydı ve tekrar tekrar çalıyordu. Çocuk tekrar içeriye gitti. Elinde bir kitap ile geri döndü. Shan Sa’nın ‘’Go Oyuncusu” kitabıydı bu. Son bölümünün son paragrafını okumaya başladı;
– Kanıyla ıslanmış silahımı ağzıma sokuyorum. Bir gürültü, bir yer sarsıntısı. Go oyuncusunun üzerine düşüyorum. Yüzü deminkinden daha bir pembe görünüyor. Gülümsüyor. Biliyorum ki oyunumuza yukarıda devam edeceğiz. Sevdiğimi seyredebilmek için gözlerimi açık bırakmaya çabalıyorum
– Biz de böyle mi olacağız?
– Sanırım…
Kitabı okuduğu bölümü masanın yüzüne gelecek şekilde yavaşça bıraktı. Tekrar kızın yanına gitti, sol elinden destek alarak yere oturdu.
Kız, çocuğun suratına bakıyordu. Çocuk ise duvara gözleriyle yazdığı şeyi süslüyordu.
– Daha fazla beklememizin manası yok, dedi kız.
– Pekala, diyerek cevap verdi çocuk.
Sol elinden destek alarak ayağa kalktı. Ya solaktı ya da sağ eli güçsüzdü. Başını öne eğerek içeriye gitti ve iki tabanca ile geri döndü. Tabancaları masanın üzerine bıraktı ve sobaya kömür attı.
– Neden kömür attın? Diye sordu kız.
– İçerisi soğumaya başladı, diyerek sobaya kömür atmaya devam etti.
– İyi de birazdan gideceğiz, ne şimdi bu donarak ölmekten mi korkuyorsun?
– Biz gideceğiz de kedi bizimle gelmeyecek herhalde. O üşümesin.
– Bu durumda bile kediyi düşünüyorsun.
Çocuk cevap vermeden kömürleri atmaya devam etti. Daha sonra masaya yönelip tabancaları aldı ve tekrar kızın yanına gitti. Cebinden dört mermi çıkardı. Birer tanesini silahlara yerleştirdi ve diğer ikisini de cam kenarındaki su oluğuna koydu. Kıza silahın birini verdi. Birbirlerine döndüler. İkisi de ellerindeki tabancaları şakaklarına dayamışlardı. Bir süre öylece durup birbirlerine baktılar mutlu bir ifadeyle. Kız gözlerini ‘’şimdi” der gibi kırptı. Çocuk ise tedirgin bir şekilde ‘’tamam” dedi gözlerini kırparak.
Bir el silah sesi duyuldu. Kız sağ tarafına doğru düşmüştü ve kanlar yayılmaya başlamıştı. Çocuk ateş edememişti, kızın suratına ‘’yapamadım” der gibi bakıyordu. Ağlıyordu çocuk. Yapamamıştı. Ölmek laf olarak kolay ama becerebilmek zor iş.
Çocuk yaşlı gözleriyle kıza bakıyordu. Ayağa kalktı.
– Yapamadım ben. Beceremedim.
Ağlıyordu kendisini suçlu hissederek. Suçlu olduğunu biliyordu ve kendisini bu yüzden cezalandırmak istiyordu. Verebileceği en büyük cezayı düşünüyordu. İlk aklıma gelen ölmekti. Ama zaten ölmediği için suçlu oluyorsa bu nasıl bir ceza olabilirdi ki? Çelişkiler içinde karışıyordu çocuk ve daha fazla ağlıyordu.
Masaya doğru yöneldi. Bir şeyler yazdı. Bir süre durdu ve cesaret toplamaya çalıştı. Odadan çıktı, orta büyüklükte bir hizarla geri döndü. Yazdığı şeyi sol eline aldı. Tekrar kızın yanına gitti. Kızın suratına baktı ve tekrar cesaretini topladı. Kediyi aradı gözleri, herhalde ondan bir şey isteyecekti.
– Kedi, senden bir şey isteyeceğim, dedi ağlamaya devam ederek.
Kedi sesini çıkarmadı, çocuğu sessizce ama dikkatlice dinliyordu.
– Al şu hizarı ve benim hiç beklemediğim bir anda sol elimi kes.
Kedi bir şey anlamamıştı, şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordu. Yapacağı da pek bir şey yoktu. Hizarı aldı ve çocuğun hiç ummadığı anda elini kesti. Kısa bir çığlık duyuldu. Kedi korkmuş, hizarı bırakmadan diğer odaya kaçmıştı.
Çocuk kesik eli kağıt parçasını iki elin arasına koyarak kızın eli ile kenetlendirdi. Diğer odaya açılan kapının dibine ağlayarak gitti. Silahı çıkardı. Bir el daha silah sesi duyuldu.
Ve… çocuk da gitmişti.
Sevdiğini seyredebilmek için gözlerini açık bırakmaya çabalıyordu…
***
Neden ölümü seçmişlerdi ki? Bunun bir anlamı olmalı mıydı?
Aslında yaşama nedenimiz neyse belki bu ölüme de aynı anlamı yükleyebilirlerdi. Belki de anlamı sadece onlarda gizliydi. Belki de hiçbir şeydi. Kim bilir?…
‘’Gitmek”ti ölmek, çünkü ruhtu önemli olan. Bedenin yitirilmesi önemli değildi.
Sanırım kedi anlamıştı bir şey. Kızın başına gitti, bir süre kanları kokladı. İki elin arasındaki kağıt parçasını çıkardı.
Bir şiir yazıyordu kağıtta;
Yapamadım,
Seninle gelemedim.
Sen giderken benim elimi tut,
Ben ise senden mahrum kalmalıyım,
Bu da benim cezam olsun.
Üzgünüm…