La Bombonera’dan selam getirdik
Bu bir gezi yazısı değildir. Belki de öyle ama ben gezi yazısı nasıl yazılır, onu bilmem. Sadece kısa kısa aklıma gelenleri anlatmak istiyorum. Lakin hala nasıl başlayacağımı bilmiyorum (Haliyle görünüyordur, bok gibi bi’ giriş oldu). En iyisi geldiğim günden başlamalı.
Yaklaşık iki ay önce, Arjantin’e gelebilmek için yola çıktım. Türkiye’den çıkışta bin bir soruyla karşılaşan ben, İspanya ve Arjantin’de tek bir sorun yaşamadım. Ha ama İspanya’dan bahsetmek gerekirse, eşek kadar havaalanı, bir sonraki uçağın kalkmasına iki saat var ve ben o kapıyı bulana kadar bir saat geçirdim. Hayır birine soruyorum, bir yolu gösteriyor, bir başkası diğer yönü gösteriyor. Neyse efendim, kapıyı bulduktan sonra uçaktaki yerimi alıp sağ salim Arjantin sınırlarına ulaştım. Kısa bir beklemeden sonra pasaportuma “90 dias” diye damgayı vurdular. Herhangi bir soru, bakış yok. Pasaportunuzu veriyorsunuz ve geçiyorsunuz. Yalnız bavulu abartısız bir buçuk saat beklediğimi söylemeliyim.
Neyse, şanslı sayılırım, beni karşılayan oldu. Hatta iki gün misafir ettiler. Bu süreden sonra ben şehir merkezinde bir oda kiraladım ve buraya taşındım. Yaklaşık iki aydır da aynı yerde ikamet ediyorum. Bir yandan düşünüyorum da, bir turist için ucuz diyebilirim. Merak edenlere, her şey dahil (kişisel banyosu, mutfağı, tuvaleti, televizyonu, buzdolabı vb.) aylığı 400 dolar. Ek olarak herhangi bir şey (internet, su, elektrik, doğalgaz ) ödemiyorsunuz. Ha ama yüz elli bin kişiyle tanıştım burada, yerli olmayanların ödedikleri fiyatları öğrenince en ucuz yeri ben bulmuşum sanırım. Şehir merkezi dışında (Boca gibi) yerlerde daha ucuza da bulabilirsiniz. Ama burası daha güvenli ve her yere yakın.
İnsanlarından bahsetmek gerekirse; sanıldığı kadar burunları havada değiller. Aksine, benim şansıma mı nedir, gayet yardımcı olmaya çalışıyorlar. Ama Türkiye’ye benzerlikleri de var. Geldiğimden beri en çok benzettiğim nokta, bakkaldan bir şey aldığınızda para üstü yerine sakız veriyorlar. Memlekette bozuk para sıkıntısı var. Yolda yürürken dükkanlarda “No hay moneda” (Bozuk yok) ibaresi çok fazla. Hayır, o kadar ki, bazen bozuk yok dediği para üstüne beş tane sakız geliyor. Şu an yaklaşık 20-25 adet bok gibi sakız var, ticaretine girmeyi planlıyorum.
Bu arada insanlardan bahsetmişken, kızlarından da bahsetmemek olmaz. Artık nasıl bir yaratılışsa bu, ya da kendilerine yakışanı buluyorlar bilmiyorum, daha “bu olmamış” denilecek kız görmedim. Güzel olmayanı bile bi’ şirin. Havaların da sıcaklığından (geldiğimden beri gördüğüm en yüksek sıcaklık, hissedilen 43 dereceydi)dolayı da daha bi’ güzeller.
Bir de güvenlik mevzusu var tabii. Yani tehlikeli olduğundan bahsederler ama bir süre sonra artık insanları tanıdığınız için nasıl davranabileceğinizi biliyorsunuz. Dedim ya, biraz bizi andırıyorlar. Yolda yürürken karşınıza apaçi gibi eleman çıkıp sizden para isteyebiliyor. Tabii iki şansınız var. Ya para verirsiniz ona, tabii bütün paranızı çıkarırsanız alıp kaçma ihtimali var; ya da sert bir şekilde “¿Que querés?!” (Ne istiyorsun) derseniz, bakar çetin çeviz, yolunuzdan çekilir. Ya da bir sokakta yürürken yaşlı bir kadının arkanızdan “Muchachoos, ¿quieren sex?” (Gençler seks istiyor musunuz?) diye bağırması da pek muhtemel. Artık seçim size kalmış, cebinizdeki bütün parayı almaları pek olası.
Şehir her büyük şehir gibi bölünmüş durumda. Mesela iyi bir yemek istiyorsanız ya da gece bir yere çıkmak istiyorsanız Palermo’ya (Palermo Soho tercihen) gidebilirsiniz. Daha geçen gün, orada gittiğim bir restoranda hayatımın yemeğini yediğini söyleyebilirim. Kol genişliğinde ve yirmi-yirmi beş santim uzunluğunda et, yanında on beş farklı sosla getirdiler. Hayvan gibi yiyebilen ben, o eti bitiremedim ya, ben ona yanıyorum (tam emin değilim ama adı “bife de lomo” olabilir). Üstelik çok da pahalı değil. Ücretlerden bahsetmişken, burada her şeyin Türkiye ile karşılaştırıldığında yarı fiyatına olduğunu söyleyebilirim.
Ha şundan da bahsetmek istiyorum. Ülkenin ünlü şeyleri tabii ki çok fazla pazarlanıyor. Maradona’yla, Che’yle, Carlos Gardela’yla ilgili ürünleri her yerde görebilirsiniz. Her yerde Boca, River, Estudientes, San Lorenzo, Arjantin ürünleri satılmakta (İsteyene % 10 komisyonla istediği ürünü getirebilirim). Fidel Castro’nun bile heykelinin durduğu bir bar görmeniz mümkün.
Ülke olarak hızlı konuşma hastalığı mı vardır nedir, henüz yavaş konuşabilen görmedim. Her gün en az bir kere şöyle bi’ diyaloga giriyorum:
* -burada bir şeyler söylüyor – (arada sadece kelimeleri yakalıyorum)
* ¿Podés hablar despacio, por favor? (lütfen yavaş konuşabilir misiniz? Çok da kibarım)
* ¿Hablas ingles? (turistim ya hemen İngilizce konuşacak)
* Si, pero prefiero hablar castellano. (götüm kalktı ya, İspanyolcayı tercih ediyormuşum)
Ufak bir sırıtış ve tercihimi tebrik ettikten sonra tekrar başlıyor:
* -tekrar bir şeyler söylüyor- (yavaş başladıktan sonra tekrar hızlanıyor, ikinci ve üçüncü uyarıdan sonra yavaşlıyor)
Elbette bir süre sonra buna da alışıyorsunuz. Eğer kendinizi zorluyorsanız, artık arada kelime yakalama aşaması yavaş yavaş cümleleri toparlamaya dönüşüyor. Gene de iki ay geçmesine rağmen zorlandığımı söyleyebilirim.
Ufak bir geçişten sonra, asıl mevzuya girmenin zamanı geldi. Geldiğim günden itibaren herhangi bir Boca – River maçına denk gelmediğim için, takvime bakarak (ve başkalarına sorarak) en güzel geçebilecek maçı seçmeye çalıştım. Şansıma Boca – Velez maçı denk geldi. Zaten şunu da belirtmeliyim ki normal maçlarda bilet bulmak zor, derbilerde adamınız yoksa imkansız diyorlar. Biz de zaten bu maça da bilet bulamadık, gene de stadın oraya gitmeye karar verdik. Stadın çevresi inanılmaz derecede karaborsa dolu ve Türkiye’deki karaborsacılık halt etmiş. Polisin bir şey diyebildiği yok. Fiyatlar elbette iki katı ama çok koyacak düzeyde değil. Şöyle diyeyim, bu maçın bileti 26 pesoydu (yaklaşık 13 ytl ediyor), biz karaborsadan 60 pesoya (30 ytl) aldık. Ha tabii turist olduğumuz için bizi yemek için de yol kollamıyor değildi. Çat çut İspanyolcayla o kadara alırız zaten. Neyse, stada girişte üç ayrı noktada arama yapıldı. Biletlerin üzerine tırnak atarak sahte olup olmadığı yoklanıyor. Ha unutmadan, benim ısrarlarım sonucu bileti La Doce’nin bulunduğu tribünden aldık.
Stada maçın başlamasına bir saat kala girdik. La Doce maç öncesi ısınmasını yapıyordu. Velezliler de tam karşı tribünün en üstünde yerlerini almıştı, onlar da boş değildi hani. Tribünde binlerce farklı tip var ama Boca yerlilerini görseniz, bir Kasımpaşa, bir Karagümrük delikanlılarından farkları yok. Maçın başlamasıyla tribünler de iyice hareketlendi. Maça bok gibi başlayan Boca’ya karşı, iyi oynayan bir Velez izledik ilk yarı. Böylece ilk yarı 1-0 Velez üstünlüğüyle sonuçlandı. Devre arasında çıkan ponpon kızlar da neşemize neşe kattı. Bu hareketleri Türkiye statlarında görmek isteriz. İkinci yarı ortada geçti ancak maç Velez’in 3-2 üstünlüğüyle sonuçlandı. Ben tabii maç boyunca içinde değildim futbolun. Tribünlerden bahsetmek gerekiyor sanırım burada. Açıkçası, tam bir şenlik gibi geçiyor. Beni tanıyanlar da var aranızda, yıllardır Beşiktaş tribünlerinde takıldığımı bilir. Türkiye tribünleriyle karşılaştırırken ister istemez en çok da kendi tribünümle karşılaştırma oldu. Biraz benzettiğim nokta, takım geride olsa da, ya da maç kopsa da, hiç alakaları olmadan şarkılarına devam edebiliyorlar. Onlar o an kendi eğlencesindeler. Gürültü açısından Türkiye’de tribün kültürüne sahip takımlar daha fazla sese sahip olsa da burada sesin güzelliği bi’ farklı elbette. Bir kere on-on beş çalgıyla eşlik ediyorlar. Birbirlerine uyum had safhada ve bir maç boyunca yirmi farklı beste duyabilirsiniz. Maç sonunda ise stattan bir saat sonra çıkabildik. Ve emin olun, hiç sıkıcı değildi. Stat boşaldı ama La Doce hiç durmadı. 1 saat daha bestesiz sürekli çaldılar. Video 1 | Video 2 | Video 3
Stattan çıkınca da otobüs durağımıza doğru yürümeye başladık. Her ne kadar ayakta gitsek de çok büyük bir sıkışıklık yok. burada çok faza hat var ve hepsinin ayrı durağı var. Yani herhangi bir durakta bekleyip istediğinize binemiyorsunuz. Kendi durağınızı bulmanız lazım. Ve o kadar da çok olunca sürekli karıştırıyorsunuz. Ben hala hangi otobüs nereye gidiyor tam bilemiyorum, salak mıyım diye düşünürken, 30 senedir burada yaşayan bir tanıdığa sorduğumda bana net cevap veremiyor. İster istemez, sürekli kullandığınız bir hat değilse, istediğiniz yere gitmek konusunda karışıklık yaşayabiliyorsunuz.
Bir de bunun dışında, sürekli karşılaştığım protesto, miting ve gösterilerden bahsetmek istiyorum. Daha geldiğim ilk gün şehrin merkezinde kafalarında kar maskeleri olan ve ellerinde sopalarıyla arabaların yönünü değiştiren bir grup gördüm. Ardından göstericiler o meydandan geçmeye başladılar. Merakla –ve alışık olduğum için- gözlerim polis aradı. “Biber gazı, su, cop” gözlerimin önüne gelirken hiçbir şeyle karşılaşmadım. Bırakın onları, sadece yanda duran polisler vardı. Geldiğimden beri yaklaşık yirmi farklı gösteriyle karşılaşmışımdır. Bazılarının fotoğrafını çektim, bazılarını ise videoya aldım. Gösteriler sloganlarla ilerlemiyor. Gene ellerinde birçok çalgıyla birlikte ve pankartlarla yürüyorlar. Herkesin bildiği “Dale Boca” bestesi, gösterilerde de popüler. Yakındır, birisine bu bestenin olayını soracağım, o zaman detaylı bir açıklama yapabilirim. Ha bazen polisler arabaların yönünü değiştiriyor, göstericiler o yoldan geçsinler diye. Aklıma 1 Mayıs’ta yediğimiz biber gazları ve sular gelince “Bu nasıl adalet lan?” diye sormadan da edemiyorum. Sadece eğlence amaçlı düzenlenen gösteriler de var. Sadece birini çekebildim, zira oturduğum apartmanın dibinde gerçekleşti. Onun da videosu, bir miting ve tribünle birlikte mevcut. Video 4
Geldiğim ilk günlerde hiçbir yerde kilise göremedim. Bir de ilk günlerde karşılaştığım eşcinsel gösterisi, kızlar tahrik gücü yüksek şekilde dolaşması, vb. görünce “Ooo ne güzel Allah yok burada galiba” dedim kendi kendime. Eh tabi, hoşgörü çok yüksek burada. Bir de merak ettim, elimdeki harita üzerinden kiliseleri, tiyatroları ve sinemaları saydım. Tiyatro ve sinema salonları, ikisi de kiliseden daha fazla şehir merkezinde. Ufak bir tebessüm oluştu tabii. Video 5
Aklıma gelmişken, bazen çok enteresan muhabbetlere giriyorum. Çok insanla tanıştım, haliyle farklı yerlere girip çıktım. Şu ana kadar yaklaşık sekiz-dokuz kişi İsraillilere, iki kişi (niyeyse) İtalyanlara, bir kişi de İranlıya benzetti. Hatta İranlıya benzeten, sürekli alışveriş yaptığım bir yer. Direkt söylemedi, bana “Farsça ‘teşekkürler’ nasıl deniyor” diye sordu. Bunların dışında bir ortamda İtalyan (İngilizce bilmiyor, sadece İspanyolca) ile bir Alman İspanyolca konuşurken, yanımda oturan iki turist (sadece turist olarak gelmişler, İspanyolca hiç bilmiyorlar) Koreliye İspanyolcadan İngilizceye tercüme yaptım. Elbette tam bir tercüme değildi ama “bu ne lan fıkra gibi” dedim içimden. Bir de bu muhabbetten yaklaşık yarım saat sonra Brezilyalı bir kızın bana beş dakika bir şey anlatması ve benim hiçbir şey anlamam, beni “Allahım gerizekalı mıyım az önce ne yapıyordum şimdi bir bok anlamıyorum” diye düşüncelere gark etse de, biraz sonra bir arkadaşıma “Niye ben bunu anlamıyorum?” diye sordum. Lakin kızcağız Portekizce konuşuyormuş. Ha bir de, bu mekana giriş 30 peso (yaklaşık 15 ytl), yiyebildiğin kadar et ve içebildiğin kadar şarap ve bira. Tabii söylemiştim, fiyatlar Türkiye’ye göre çok ucuz, dolayısıyla bir bar veya kulüp de aynı şekilde ucuz oluyor.
Aslında anlatacak onca şey varken şimdilik bu kadarla yetinmek sanırım kafidir. Gezilecek yerler olarak San Telmo, La Boca, Puerto Madero, Recoleta ve Palermo tavsiyelerimdir. Genellikle bir yerlere gezmek için çıkmadığımdan fotoğraf makinesi yanımda olmuyor. İmkanım olursa, bir dahaki sefere buraları anlatmaya çalışırım. Bunlar tabii şehrin merkezinde kalan yerler, daha sonra banliyölere gideceğim. Kısa da bir Uruguay’a (90 günlük tekrar vize alabilmek için) geçişim olacak. Muhtemelen oradan da bir Montevideo turu çıkabilir.
İlk defa bu tür bir yazı yazan ben, iyi kötü anlatabildiğimi umuyorum.
Hasta Luego
Vay vay, hep Guney Amerika’ya gitmek istiyordum, bu yazidan sonra gidersem gidecegim yer Arjantin olacak yani. Bu arada bir daha soran olursa diye, Farsca tesekkurler “mersi”, merhaba da “salaaam”, ikinci a uzun. Bunlar bildigimiz kelimeler oldugundan aklimda kalmis.
keyifli ve kıskandıran bir yazı olmuş 🙂
Yok ben gene de söylüyorum da, gene de bizim Farsça ya da Arapça konuştuğumuzu sanıyorlar.
Bu arada taze bilgi, Ekvatorlu bir arkadaşım az önce çok sigara içenlere ya da iyi ot içenlere “Türk gibi içiyorsun” diyorlarmış. Özellikle sordum, sadece Ekvator’da mı diye. Ekvator’da duymuş, diğer ülkeleri bilmiyormuş.
Bir de yazmayı unutmuşum. Basklı bir eleman bana, Basklıların kadeh tokuştururken “Osasuna” dediklerini söyledi. Hatırladıkça gülüyorum.
Yazı isanı Güney Amerika’ya çekiveriyor sahiden. Ehh, iyi ki gitmeden yazı istemişim, biliyordum böyle keyifli birşey olacağını. Ellerine sağlık Commandante 🙂
Bu arada Türk gibi sigara içmek çok yerde kullanılıyor aslında. Şurdan bakınız.
10 numara olmuş cemoli 🙂 bi’ de alakasız ama “am gibi sigara içmek” deyimi vardır, çok sigara içenlere kullanılan. yo quiero tener muchas amigas, hasta luego.
Fotoların da devamı vardır sanki di mi?
Ahahaha, ne is dea? Arjantinli kizlarin ilginc fotolari icin tiklayiniz olayina mi gireceksin? 😀
mhuahuahuhua
arjantinli kızlar
orda hayat var
gece yarısında
dolar torbacılar
Var var ama ben bir olay gördüğüm zaman makineyi çıkarıyorum. Zaten bi’ kaç kişiyle birlikte bir yerlere gidildiğinde herkes foto çekerken ben etrafı araştırmaya giriyorum. Çokça turist gibi davranmadığımı söylüyorlar 🙂
Daha sonra şu her yeri çekme mevzusuna girerim. O zaman güzel bi’ paket hazırlarım dea. Hem Fasulyeden neden bir Hürriyet olmasın?
Oha şimdi gördüm, beste için “Boca mi vida” yazmışım. “Dale Boca” olacaktı o. Herkesten özür diliyorum. Rezalet resmen, kepazelik. Demezler mi adama “siktir salak, bir de maça gitmiş diye şekil yapıyor.”
Sayın editörüm, sevgili site sahibi dea. Daha fazla rezil olmadan lütfen değiştirir misiniz? Ayrıca niye sadece kendimi suçluyorum lan, kimse fark etmemiş ki.
@latdm: Düzelttim… “Boca mi vida” diye bir besteleri de vardı sanki bu babayiğitlerin?
* * *
@dellez: hahaha, yok bizimkisi sitenin latin kültürünü merak eden kişiler için rehber niteliği tşaıması kaygısı.
var var. hatta bi ara “Sos cagon”la ilgili bi başlıkta da mevzusu geçmişti.
Yalnız bi beste var ki benim çok hoşuma gidiyor. Düzgün kaydını göremedim, çok da aramadım. Ama bulursanız dinleyin mutlaka:
Yo te quiero dar, boca mi corazon
Ve evet, bestenin kökenini de öğrendim an itibariyle, kendisi Julio Iglesias’ın “Moliendo Café” adlı parçasıymış. Buyrun:
http://uk.youtube.com/watch?v=dJiLWFYq7GE&feature=related
Ayrıca az önce Boca’nın şampiyonluk kutlamalarındaydım. Fazlasıyla fotoğraf ve video çektim. Yükledikten sonra birkaçının linkini veririm.
aha, fotoları hemen mail adresimde görmek istiyorum latdm. buna çok ihtiyacım var, nolur? 🙂