Onlar Güçlü, Biz Haklıyız! Salvador Allende
Darbe diyince bizim aklımıza 12 Eylül gelir. Kenan Evren, cunta ve Amerika… CIA, kontrgerilla…
11 Eylül denince de –2001’den itibaren- Amerika; Bin ladin, El Kaide, ikiz kuleler…
2001’den önce ise 11 Eylül demek, Şili Darbesi demektir; Allende, Pinochet ve tabii ki yine Amerika, CIA, ITT, kontrgerilla…
11, 12, 13, Eylül, Ekim, Kasım farketmez; eğer dünyada organize cinayet varsa, eğer silahlar zalim adına konuşmuşsa çok büyük ihtimalle orda Amerika vardır.
Tümevarım dedikleri bu işte.
Amerika’nın demokrasi ihracı motivasyonu malum. 11 Eylül 1973’de, demokratik seçimlerle başkan olmuş Salvador Allende, CIA destekli faşist Pinochet tarafından devrildiğinde, daha sonra ABD Dışişleri Bakanlığı da yapmış olan, o günlerde ise Başkan Nixon’un güvenlik danışmanı Henry Kissinger “Kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılamayacak kadar önemlidir” demişti. Kissinger aynı yıl Nobel Barış Ödülü’nu kazanmıştı.
Biraz geriye saralım.
Orta-üst sınıf liberal bir ailenin 1908 doğumlu oğlu olan Salvador Allende, henüz üniversitede tıp eğitimi alırken öğrenci hareketlerinde görev almış, liderlik etmeye başlamıştı.. 1933 yılında Şili Sosyalist Partisi’ni kurdu. 1938 yılında sloganı “Ekmek, Bir çatı ve İş” olan Pedro Aguirre Cerda önderliğindeki The Popular Front partisinden seçimlere girdi. 1939 yılında Cerda hükümetinin Sağlık Bakanı olarak görev aldı. Bakanlığı sırasında yoksulların sağlığı için yürüttüğü politikalarla halkın sempatisini topladı. 1945, 1953, 1961 ve 1969’da senatör olarak seçildi ve mecliste görev yaptı. 1966 yılında senato başkanı seçildi.
1952, 1958 ve 1964 seçimlerindeki 3 başarısız girişimin ardından (ki sırasıyla %5.4, %28,5 ve 38,6 oy almıştı) 1970 seçimlerini Unidad Popular koalisyonu sayesinde 36,2 oyla kazandı. (diğer iki rakibi %34,9 ve 27,8 oy almıştı) Böylece yıllar süren politik mücadelesinin ardından, demokratik bir seçimle devlet başkanı olan ilk Marksist oldu.
Tabii ki seçim sonuçları ABD’nin hiç hoşuna gitmedi. Allende, Sosyalist Parti’de sürdürdüğü tüm politik kariyeri boyunca Şili Komünist Partisi’yle de oldukça yakındı. Küba Devrimi lideri Fidel Castro ile yakın ilişkileri vardı. Ve yazının başında alıntıladığım gibi ABD Hükümeti Şili halkının sorumsuzluğuna kayıtsız kalamazdı; nihayetinde mesele seçmenlerin kararına bırakılmayacak kadar önemliydi.
Sam Amca’nın kendisine has bir demokrasi anlayışı vardı.
Seçimin ardından kaybeden taraflar olan Hristiyan Demokratlar ve Popular Unity, Genelkurmay Başkanı René Schneider ile toplantılara başladı. Artık Schneider’den ne istedilerse ve Schneider ne cevap verdiyse, birkaç gün sonra ülkenin koca Genelkurmay başkanı kaçırıldı ve öldürüldü. Daha sonra çıkan belgelerle bu operasyonun CIA operasyonu olduğu anlaşıldı.
Seçimlerin ardından Allende kendisinden bekleneni yaptı. “La vía chilena al socialismo” (Sosyalizme giden Şili yolu) adını verdiği programla topraksız köylüye toprak dağıttı, ülkenin en büyük kaynağı olan bakır sektöründeki hemen hemen tamamı ABD’li olan karteller dağıtıldı ve bakır endüstrisini millileştirdi. (Mevzubahis bakır kartellerinin en büyüğü de CIA’in çok sevdiği, mümkün olan her türlü operasyonunda aktif görev alan ITT şirketiydi.)
Sağlık ve eğitim ücretsiz sunulmaya başlandı. Çocuklu ailelere bedava süt verildi. Belli bir hektarın üzerinde toprak sahibi olmak yasaklandı. Bu çerçevede toprak ağalarının limit üstü toprakları topraksız köylüye dağıtıldı. İlk yıllarda işler yolunda gitti. Sanayi üretimi %12, milli gelir %8,6 arttı. Enflasyon %35’ten %22’ye düştü. İşsizlik %3,8’e kadar düştü.
Ancak sosyalizm tatlı bir rüyaydı. Kapitalizmin sosyalist bir ülkenin başarılı olmasına tahammülü olamazdı. ABD’nin de olmadı. 16 Ekim 1970 tarihli CIA raporunda ABD hükümetinin Şili’de darbe hazırlığı yapılması emri yazılıydı. Darbe’ye giden yol da ekonomik istikrarsızlıkla süslenmek isteniyordu.
Şili’nin tek kayda değer gelir kalemi olan bakır ihtacatı neredeyse durdu. Milli gelir düştü, enflasyon arttı. Hükümet temel gıda ürünlerinin fiyatını sabitledi. Yüksek enflasyon, fiyat sabitleme ve ürün arzının düşmesi ile karaborsa başladı. Un, şeker, pirinç, fasulye… Türkiye’nin de aynı yıllarda yokluğuna alışkın olduğu ürünler karaborsaya düştü.
Yaşanan ekonomik krize rağmen Allende 1973 seçimlerinde oyunu %43’e çıkartarak iktidarda kaldı. Bu yaşananların ardından milliyetçiler ve hristiyan demokratlar, Roman Katolik Kilisesi’nin de desteğini alarak Demokratik Koalisyonu kurdular.
Tam da burda kısa bir ara verelim. İsimlerin, ideolojilerin, kampların ve bizatihi sürecin Türkiye’ye ne kadar benzediğini farkettiniz mi?
16 Şubat 1969’da 6. filoya “defol” diyenlerin karşısına tüm müslümanları “Amerika Allah’a inanıyor, dini var, Amerika’da İslamiyeti yayabilmek hürriyeti var. Amerika inançlarımıza hürmet ediyor. Amerika ehvendir, ehafftır, ehli kitaptır.” diyerek çağıran Mehmet Şevki Eygi değil miydi? Fethullah Gülen’in de üyesi olduğu Komünizmle Mücadele Derneği başkanı İlhan Darendelioğlu “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin.” dememiş miydi? Bugünkü AKP kadrolarının en esaslı adamları, bizzat Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün de aktif olarak yer aldığı Milli Türk Talebe Birliği o gün elinde sopalarla “komünist avı”na çıkmamış mıydı? O gün İstanbul’da Müslümanları kullanan ABD’nin Şili’de Roman Katolik Kilisesi’ni kullanması kulağa çok benzer gelmiyor mu?
Ya da 1973 ve 1977 seçimlerini kazanmasına rağmen iktidar olamayan (başarısız MSP koalisyonuna rağmen) Ecevit karşısında 1. ve 2. Milli Cephe’yi bulmamış mıydı? Tamam, Ecevit belki bir Allende değildi, ama Allende’nin karşısında bulduğu Demokratik Koalisyon’un bir benzeri olan ve Adalet Partisi gibi sözde demokrat, Milliyetçi Hareket Partisi gibi aşırı milliyetçi ve Milli Selamet Partisi gibi İslamcılardan teşekkül Milli Cephe’yi bulmamış mıydı karşısında? Şili’de Demokratik Koalisyonu kur(dur)an ABD, Türkiye’de Milli Cephe’yi oluşturmaz mıydı? Hatta Milli Cephe’nin “de facto” lideri Süleyman Demirel 1979’da Ecevit hükümeti için “Bunların gidişi Allende gidişi” dememiş miydi? Ve ne yazık ki haklı çıkmamış mıydı?
Neyse; biz Allende’ye dönelim.
CIA ödenekleriyle beslenen Demokratik Koalisyon Meclis üstünlüğünü eline almıştı. Ancak ABD’nin işi demokrasiye bırakmayacağı çok belliydi. Nixon hükümeti Allende’den kurtulmalıydı. 29 Haziran 1973’de Albay Souper emri altındaki tanklarla başkanlık sarayını kuşattı, ancak hükümeti deviremedi.
Mayıs 1973’de Şili Yüksek Mahkemesi Allende hükümetinin verdiği kararları yasadışı olarak nitelendirdi.
Ağustos 1973’de Şili Meclisi Allende’nin anayasal suç işlediğini, diktatörlük peşinde koştuğunu ilan etti. Demokrasi aşığı meclis, ordunun yönetime el koymasını istiyordu.
Pinochet yönetimindeki ordu bu çağrıya sessiz kalmadı. 11 Eylül 1973 Salı günü Pinochet başkanlığındaki, tüm kuvvet komutanlarının katıldığı cunta başkanlık sarayı La Moneda’yı bombaladı. İşte Allende’nin o meşhur miğferli, makineli tüfekli son fotoğrafı o sabah çekildi.
Başkan, katledilmesinden çok az önce halkına son konuşmasını yaptı. Sözlerinde acının değil, ihanete uğramışlığın izi olduğunu ve istifa etmeyeceğini kesin bir dille belirttiği konuşmasında son sözleri şunlar oldu:
Magallanes Radyosu bombalanıyor, büyük ihtimalle susturulacak ve durgun sesim size ulaşamayacak. Bu önemli değil. Siz beni duymaya devam edeceksiniz. Her zaman yanı başınızda olacağım. En azından, şerefli ve sadık bir adam olarak hafızalarınızda kalacağım.
Ülkemin emekçileri: Şili’ye ve Şili’nin alın yazısına inanıyorum. Vatan hainliğinin egemenliğini kurduğu bu kara ve acı anın üstesinden başkaları gelecek. Blin ki çok yakında, çok daha iyi bir toplum yaratmak üzere özgürce yürüyeceksiniz.
Yaşasın Şili! Yaşasın Şilililer! Yaşasın emekçiler! Bunlar benim son sözlerim. Fedakarlığımın boşa çıkmayacağına eminim. En azından satılmışlığı, korkaklığı ve hainliği cezalandıracak ahlaki bir ders olacağına eminim.
Pinochet’in askerleri başkanlık sarayını kuşattı. Allende’ye teslim ol çağrısı yapıldı. O, teslim olmadı. Başında miğferi, elinde makineli tüfeği ile son mermisine kadar savaştı. Başaramadı.
Augusto Pinochet devlet başkanı ilan edildi ve 1990 yılına kadar Şili’yi diktatörlükle yönetti. 2000 yılında yakalandı, 2006 yılında öldü.
Kendisinden 2 yaş küçük olan başka bir versiyonu ise hala yaşıyor. Yakalanmadı. Ölmedi. Resim yapıyor…
Tarihe ressam olarak geçmek gibi anlamsız bir çaba içerisinde…
allende allende
ölüm birden boşalmasıdır insanın kendisinden
gizli titreşimler uçar belki boşlukta sesinden
güneş vurunca parıldar görünmez ayak izleri ki
beyhude korularda eski bir yaz gezmesinden
solgun bir gülümseme hani ay büyürken görünür
aynalarda bırakılmış nice yüz birikintisinden
artık hiç olmasa da sonbahar penceresinde o
camların buğulanması her akşam nefesinden
kimsesiz bahçelerde besbelli yalnız dolaştığı
rüzgârsız akşamüstleri yaprakların ürpermesinden
duyulur ardında bıraktığı hayallerin gürültüsü
sinsi bir deprem gibi camları titretmesinden
masasına gelip gittiği açıkça anlaşılır
daktilosu çalışmasa da şeridinin eskimesinden
durduğu yerde patlaması mürekkep hokkalarının
ömrünce biriktirdiği sosyalist öfkesinden
ne kadar yok etse ölüm vuruşu göklerde yankılanan
kocaman bir yürek kalır şili’nin allende’sinden
attila ilhan