Saymaya başladım
Erkut evden çıkmış çoktan. Masanın üstünde bulduğum anahtarı çantaya attım. 4 kat merdiveni kondisyon eksiğime rağmen, koşarak rekor sayılabilecek bir sürede indim. Taksi evin önünde duruyordu.
Kapıyı açtım, bindim. Niyetim taksiyi çalıştırıp, yakındaki taksi durağına kadar götürmek, oradaki takcisilerden bir tanesine ufak bir ücret karşılığı anahtarı teslim edip beni bu arabayla Ömer Hayyam’a kadar bırakmasını rica etmekti. Evet alışık oldukları bir şey değildi, ama kabul etmeyeceklerini de sanmıyordum.
Arabanın arka koltuğuna oturur oturmaz sırt çantamı açtım, içine az önce koyduğum anahtarı o karmaşa içinde aramaya koyuldum. Kalbim atmaya başlamıştı. Gittikçe heyecanlanıyordum. Şimdi bir şeyler ters gidecekti. Hep böyle olurdu, ne zaman işler ters gidecek olsa, bunu önceden hissederdim. Bu da benim bir yeteneğimdi. Bazen ben heyecanlandığım için mi işler ters gidiyor diye sorarım kendime. Cevabı da bence evettir, ama bu konuda henüz kanıtlanmış bir bilgiye sahip değilim.
Heyecan dalgası yavaş yavaş vücuduma yayılırken, bir yandan çantadaki arama çabamı hızlandırıp, diğer yandan da gelebilecek tehlikenin ne olacağını ve bu konuda nasıl bir önlem alma şansım olabileceğini düşünmeye başladım. Şu anda tek eksiğim kapalı yer korkusuydu, ve o da sanırım yavaş yavaş geliyordu.
Kapalı yer… Evet, eğer gelecek olan tehlike buysa, o zaman yapmam gereken ilk iş oyunu kuralına göre oynayıp kendimi arabadan dışarı atmalıydım. Ama nedense, tam tersine, elim istemsiz olarak arabanın kilitlerini kapatmıştı, üstelik bu mahallenin şehrin kalburüstü mahallerinden birisi olduğunu bildiğim halde. Hırsız, kapkaççı gibi dertler olmazdı genelde buralarda, yanlış tahminde mi bulunmuşum acaba? Neyse dedim kendi kendime, kapıları kilitlediğime göre, tehlike dışarıdan gelecekti. En azından birinci aşamayı atlatmıştık.
Zaten çok sürmeden, arabanın etrafı sarılmaya başladı. İlk önce, elinde makbuzlarla, otopark görevlisi yeleklerinden giymiş bir adam geldi şöför koltuğunun camına. İçeri bakıp beni göremeyince, arka koltuğa döndü. Göz göze geldik. Bir yandan elindeki makbuzları gösteriyor, diğer yandan da bağırarak “Dışarıya gelirseniz, şu park ücretini halledelim abicim.” diyordu. Yıllardır boş sokak olan burası, ne ara açık otopark oldu diye düşündüm kendi kendime. Daha geçenlerde gelmiştik, araba gene buraya parkedilmişti, ve sabah kalktığımızda para falan vermemiştik. İşin içinde bir iş vardı. Demek ki, kapıyı kilitlemekte haklıydım. Tehlike dışarıdan gelecekti. Bir kez daha içgüdülerime hayran kalırken, gene aklımda deminki soru, gene paradoks olacaktı soruyla cevap kafamda.
Ben dışarı çıkmamakta direndikçe, adam cama vurmaya, beni ikna etmeye çalıştı. Bir yandan o, diğer yandan gelen 3 tane adamı daha, arabanın camlarına suratlarını dayamış beni inceliyorlardı. En sonunda anahtarı bulduğumda, suratlarındaki ifade yavaş yavaş sinire dönüşmekteydi, bunu hissedebiliyordum. Üstelik arabaya yaklaşmakta olan kalabalık, arabanın etrafını iyiden iyiye sarmaya başlamıştı. Anahtarı bulmuştum, ama ufak bir sorunum vardı, kullanmayı bilmiyordum. Vücudum buz kesti, olabilecekleri (ya da düşündükçe benim olmasını sağlayacaklarımı) tahmin etmek zor değildi. Çok geçmeden, en cesurları camlardan birisini kıracak, kalanlarına da cesaret verecek, dakikalar geçmeden tüm camlar kırılmış ve ben dışarı çıkarılmış olacaktım. Yapacak bir şey kalmamıştı sanırım.
Birden aklıma, bu gibi durumlarda yaptığım şey geldi. Ne zaman darda kalsam, beni kurtarırdı. Tamam bir keresinde yapamamıştım, ama bundan başka şansım da yoktu. Bildiğim dualardan bir kaçını arka arkaya sıralarken, kapatabildiğim kadar sıkıca gözlerimi kapadım. İçimden saymaya başladım. 1… 2… 3…
Gözlerimi açtım. Karanlıktı. Üstüm başım sırılsıklam, gözlerimi tavana diktim. Henüz bir şey göremiyordum, ama birazdan gözlerim alışırdı. Yatakta gerindim. O arabanın içinde ölümü beklediğim saniyeler aklıma geldi. İstediğim zaman kabuslarımdan kalkabilmek güzel bir yetenekti bence. Evet, hayatımda çok fazla özelliğim yoktu, ama böylesi bir şey, çok sık kabus görebilen birisi için şans sayılırdı. Yüzümdeki dehşet ifadesi silinirken, bir gülümseme yerleşti, kendimi sevdiğimi düşünürken tekrar uyuyakaldım.
Sokakta buldum kendimi. Etrafıma bakındım, biraz ileride taksiyi gördüm. Kendime okkalı küfürler yağdırmaya başladım. Her zaman bu haltı yiyordum, gene yemiştim, ve bakalım bu sefer nasıl kurtaracaktım kendimi.
Az ileride taksinin camını kırıp içine yarı beline kadar sarkmış kalabalığı görünce, kendimi tam ters yöne doğru koşmaya hazırladım. Tam ilk adımı atacakken, dikkat çekmemenin yerinde olacağını düşünüp, onlara sırtımı dönerek yavaş yavaş yürümeye başladım. Sokağın caddeyle kesiştiği yere kadar taş çatlasa 50 metre yürüyecek ve ordan sonra başımın çaresine bakacaktım. Bundan sonra tek sorun, Erkut’a taksinin durumunu anlatmak olacaktı.
Caddeye doğru daha bir kaç adım atmıştım ki, onlar geldi. İkisi de, sanırım fasıldan yeni kalkmışlardı, alkolün kokusu bana kadar gelebiliyordu. Kızlar dedim, en sessiz ve telaşsız halimi takınmaya çalışarak, şimdi bakmayın ama arkada arabayı parçalıyorlar. Bir an önce kaçmak lazımdı, ve caddeye kendimizi atarsak gerisi çok kolaydı, en azından ben bütün planlarımı buna göre yapıyordum. Uzun boylu olanının koluna girip onu caddeye doğru sürüklerken, birden yaşça küçük olanı, kalabalığa doğru dönüp bağırmaya başladı. Ettiği küfürleri geçtim, yapmaması gereken şeyi yapmış, onların erkekliklerini sorgulamıştı. Kalabalığın da üzerime doğru koşmaya başlamaları, tam da cümlenin sonuna denk geldi. Geliyorlardı, ve şimdi benim kendimden başka, iki tane de sarhoş kızı kurtarmam gerekiyordu. Koşun, diye bağırdım, koşabildiğiniz kadar hızlı koşun.
Caddeye gelmiştik, ilk gelen taksiye doğru elimi kaldırıyordum ki, kızların cadde boyunca devam ettiklerini gördüm. Onlar koşmaya devam ediyorlardı, koluna girdiğim bana bağırdı, “Ara sokaktaki dükkana sığınırız biz, sen kendine bak!”. Onları çağırmanın gereği yoktu, zaten artık geri dönseler daha da zorlaşırdı durum. Taksinin ön kapısını açıp içeri attım, bağırmadan ama etkili bir tonla şöföre devam etmesini ve mümkünse bunu hızlı yapmasını söyledim. Şöför istifini bozmadan kafasını arkaya çevirdi. Arka koltukta, ergenlikten yeni çıkmış bir çift taksinin parasını kimin vereceği hakkında tartışıyordu. İkisi de parayı kendisi vermek istiyor, ama ne hikmetse ikisinin de cebinden bir türlü para çıkmıyordu. Edebildiğim en nazik küfürlerle, kendilerine taksiden bir an önce inmelerini, cilveleşmeye dışarıda devam etmelerini, parayı da benim vereceğimi söyleyip onları taksiden indirdikten sonra, taksiciye bu sefer sinirden titreyen bir ses tonuyla gidebileceği en hızlı şekilde Hayyam’a çekmesini söyledim. Arkaya tekrar kafamı çevirdim, kalabalık yaklaşmıştı, ama bu saatten sonra yakalayamazlardı. Tam rahatlamış bir şekilde önüme dönüp kızların kendilerini dükkana atıp atamadıklarına bakayım diye düşünürken, kafamı ön cama doğru çevirmemle, aynı kalabalığın arabanın önünden de koşarak bize yaklaştıklarını görünce içimden buraya kadar dedim. Artık bakmaya bile gerek yoktu, muhtemelen aynı kalabalıktan bir kaç tanesi daha, ara sokaklardan sağlı sollu arabaya doğru koşuyorlardı. Kurtulamamıştım. Gene kapana sıkışmıştım. Yapacak tek şeyi, (her ne kadar şimdiye kadar bunu arka arkaya iki kere hiç denememiş olsam da) yapmaya karar verdim. Gözlerimi bir kez daha kapadım ve saymaya başladım.
Yatağın içindeydim, yastıklardan biri yere düşmüştü. Onu alırken bir yandan salaklığıma yanıyor, bir yandan da kalbimin çarpıntısını ve hızlanan soluğumu yavaşlatmanın yollarını arıyordum. Biraz zaman geçirip öyle uyumak gerekliydi, ve ben geçen sefer bunu unutmuştum. Ya da en azından ben öyle sanıyordum. Ama her şeye rağmen uyku o kadar tatlıydı ki, gözlerimi açık tutmakta zorlanıyor, yavaş yavaş gene kendimden geçiyordum. Gene başlıyoruz diye geçirdim içimden.
Şimdi çarşı gibi bir yerde, muhtemelen bir hanın içerisindeydim. Yanımda kızlar (bu sefer ayılmışlardı) ve iki polis vardı. Polisler, değnekçiye, beni neden korkuttuklarını sorarken, kızlar da bir yandan davacı olduklarını, değnekçiyi ve adamlarını tutuklamalarını söylüyorlardı polise. Polisler sordukları soruları sulandırıp, artık bizimle dalga geçmeye başladıklarında, kalabalık iyiden iyiye etrafımızı sarmaya başlamıştı, ve üstüne üstlük gittikçe de yakınlaşıyorlardı. Bir gece için bu kadar heyecan yeter dedim kendi kendime, artık kaçmaya mecalim kalmamıştı, bu kadar kalabalığın içinden, hele de ellerinde silah olan polislerin arasından kaçmak, bir yerlere saklanmak, sonra tekrar kaçmak, tekrar saklanmak… İyisi mi kalkayım ve bir sigara içeyim diye düşündüm, bunun sonu yoktu çünkü. Gözlerimi kapadım, ve saymaya başladım…
Stephen King ve Peter Straub’a…
İyi bok yediniz afedersiniz…
Reşo hemen teşhis koyayım, açıkta kalmış.
Reşo kim olm? Reşo mu yazmış yazıyı?
Hayırdır inşaallah!