Slm ben Twitter’dan!
İlk yazım, kim bu ibne gevşek kalemli, gelmiş bize amarikan icadı sosyal paylaşım dertlerini anlatıyor demeyin, hak vermeye çalışın anlayın beni.
Lanet olası bomboş bir akşamdı, öyle bir saatti ki yapabileceğin işler için ya çok geç ya da zaman yok; yeni popüler şeylerle uğraşacaksın. Girdim egomu seveyim ne kadar site varsa hepsinin adımla soyadımla facebook.com/adımsoyadım’lı kurumsal bir adresini alayım dedim. Ve friendfeed, formspring derken twittera da giriverdim. Şöyle yan yana sekmeler açıp gurur duydum kendimle. Vay bee facebookla başlayan adımlı soyadımlı adresler çığ gibi büyüdü, pencerelere sığmaz oldu. Bravo! Şimdi uyuyabilirim!
Neyse, ilk başta bir sikim anlamadım, en “sevmeyip de sevmek zorunda olduğum insanlar” bir arada. (hasiktir inşallah kimse hatırlamıyordur twitter’da ilk günlerimi, sahi zaten nickimi de kimse bilmiyordur, geri dönüp silmeme gerek yok) İlk tweetim gerzek merzek saçma sapan bir “hava çok hoş” ya da “finaller var amk” gibi bir şey oldu, sonra unuttum. Aradan zaman geçti, “blogçular, yazarlar bir aradaymış vay efendim beraber gel şuraya içmeye gidelim demişler birbirine”li bir muhabbet duydum bir yerden. Duymaz olaydım, tuttum girmeye başladım o aptal platforma.
İlk başta insanları follow ediyorsun, haa bu arada ingilizce cahili bana artık sormaya kalksalar “Takip etmek ne ingilizcede?” diye, daha ta’sında “Follow!!!” diye yapıştırırım cevabı, onu da belirteyim. Bakıyorum çevreden arkadaşlar, dostlar; arada günlük yaşamında ne yapacağını çok da siklemeyeceğim insanlar, onları follow etmiyim sonra neden follow etmiyon lan beni derse “Yaa kanka kullanamıyorum ben o twitterı ya, nasıl oluyor o olay” deyip işin içinden çıkma planları da yaptım gizlice. Yazdım, okudum, yazdıkça daha da yazdım, okudukça daha da okudum derken hayatımı değiştiren platformda kayboldum gittim…
Şimdilere gelelim hızlı bir flash forwardla, duygu düşüncelerimi iletmeye başlayayım. Efendim dediğim gibi okumaya, deliler gibi takip etmeye başladım. Biri üç gün yazmasa kendimi uzak hissettim ona, kaygılandım, arayasım geldi, ünlü olduğu için telefonuna ulaşamam dedim vazgeçtim. Bir de bu kadar çok olayın içinde olmamın sebebi babam oğluna iphone alabilecek kadar zengin olduğu için ve nitekim aldığı için sabah akşam lanet tek bir parmak dokunuşuyla kendimi milletin fikir havuzunda bulmam. Zenginlik-fakirlik demişken; zor yer twitter. Hani iki arkadaş grubunu toplarsın bir şekilde. Bir grup senin pis, hayvani, vahşi yönünü görmüş,sevmiş; öbür tarafla da kitap muhabbeti yapıp topluca ders çalışmalarda sikinde olmayan konularla ilgili fikir belirtmek zorunda kalmışsın tıkanan muhabbetten sıkılıp ama onlar da bunu anlamamış ve sevmiş yine seni. O ortamdasın ve hem halktan birisin, hani 10 liraya doyacağın yere gidesin varken 3 liraya doyacağın yere üstelik kendi teşvikinle gidersin ya o grupla, sonra yolda fakirlik maceralarını anlatırsın ya da uydurursun falan; hah işte o içinde bulunduğun için kendini şanslı hissettiğin grup var. Ama gel gör ki tweetine cevap verirken içinde Starbucks, Gloria Jeans, House Cafe gibi zengin insanların günlük dillerinde sıkça yer verdiği yabancı sözcükler bulunan tweetler attığın bir sosyal mahalle de orada… Bir taraftan vay amk bu ibne starbucks, Bebek falan diyecek diye panik; diğer taraf aa bizim monsieur dün bizle Mojo’da eğlendikten sonra Zincirlikuyu Mezarlığı’nın oradaki bol tereyağlı lezzetli pilav yapan bir seyyar satıcı şeysine gitmiiiş diyecek diye endişe. İki tarafa da “desinler amk, twitterdan önce diyorlar mıydı” diye isyan edemiyorsun, hak etmişsin bu ızdırabı. Çelişkiler, konuşmalar sıkıntı, evin içinde don-göbek otururken bir üslup dikkati, bir seviye çabası, bir efendilik çırpınmaları… Boğuluyorum!
Kendi içimdeki taraf mücadelelerinin yansımasını geçtim, hayatta ne bok olduğunu yüzüne vuruyor ya twitter en çok o zaman canım sıkılıyor. Amk sabah uyanıyorum bir bakıyorum millet şimdiden Stoch transferini konuşmaya başlamış, eskiden ne kadar uyuyup uyumadığımı tartıp küfür ettiğim anlarda ünlü medyatik spor otoritesinin yorumlarını okuyup hak verme-katılmama ikilemi arasında kalıyorum. Sonra bakıyorum vay bisiklet olayı varmış, Sine Büyüka da çok güzel falan deyip bir-iki ünlem koymuş, hadi açayım lan eurosport’u, zaten çok severim bisikleti aslında deyip daha işemeden aptal kutusunun başına geçmişim aptallığımdan habersiz. Ulan geri zekalı! Sen değil miydin, “Fenerbahçe hayatımı çok kaplıyor, birar uzaklaşmam lazım” diyen? Şimdi napıyorsun? Euro Sport’ta spikerliğini reklam aralarında tweetleriyle bizleri sözde heyecanlandıran Caner Eler’in yaptığı bisiklet turları mı izliyorsun? Aferin!
Bugün hipnoz etkisi yaratan ve daha yirmi iki yıllık hayatımda gördüğüm dünyada hiç olmayacak bilmem kaç yüzüncü rekoru izlerken. Rekor nerede mi? Teniste. Evet, bisiklet, basketbol, NBA, curling ve daha nice spordan sonra şimdi de tenis izliyorum! Çocuklar beşinci sette sonsuza dek sürecekmiş gibi takılıyorlar sağolsun, bir sürü set, yüzlerce ace falan… (ace de servisi kullanan direk sayı alınca olan bokmuş, rekora tanık olurken bir nevi çok çok çok tekrarlı eğitim oldu bana) Çok uzaklara daldım. Bıkmadın mı Monsieur bu hayattan dedim? Etrafın Güntekinler, Ersinlerle, Düzenlerle dolmuş. Hayatın spor olmuş. Eskiden olsa şimdi memlekete gelmenin birinci haftası şerefine annenle ilk “bizi mi görmeye geldin bilgisayarı mı kavgası” yapacağın yerde hep beraber oturmuş çay içip, kanepedeki yastığın altından tepki çekmemek için gizlice twitterda Burcu Esmersoy’un esprisine canım benim edasıyla bıyık altından gülüyorsun. İnsanlarla bir şeylere kafa yoruyorsun, lanet olsun denedin siyasete çok girince de tüm gün ah ne olacak bu memleketin hali diye ağlamadığın kalıyor. Yok kardeşim bunun çözümü, sen hastasın, sen twitter hastası olmuşsun, ağzına sıçılmış, sen sen değilsin haberin yok! Çoklu kişilik sorunu yaşıyorsun, iki tweet arası iki saat olup en son tweeti de sevgilim geldi olan karılarla fantezi yapar olmuşsun, bu herif de çok iyi ama çok heyecanlı tahlillerine kaptırmışsın kendini, uluslararası saygınlığa kavuşmuş ingiliz, fransız, amerikan gazeteleri takip ediyosun lan! Daha korkunç ne olabilir?
İsyanım büyüdü, büyüdü, sonunda taştı bu yazıya döküldü. İstemiyorum artık yatağa girip günümü gözden geçirirken aslında o gün hiç görmediğim, duymadığım, hatta bazıları için tanımadığım insanlarla sanal diyaloglarımı düşünmeyi. Descartes’ın “ben”i o gün, gün boyu oturup televizyon seyredip elinden hiç bırakmadığı telefona baktı. Mondragon’un dediği gibi: “Sadece bu!” Ama gel gör ki aklımda dea’nın site için verdiği emek ve “neozepronla aynı evde mi yaşıyor lan bunlar” soruları, “Altar da çok esaslı abi lan ama dili çok garip 90’larda moda olup benim yetişemediğim diziden vecizeler kullanıyor sanırım” düşünceleri, igor’la lentini’nin soğuk savaş halindeki siyasi düşünce çatışmaları ve Sine Büyüka’nın gece gökgürültüsünden korkup zengin bir aileden de geldiği için nasıl bir yatakta ne kadar pahalı bir ipek battaniyeye sarılıp uyumaya çalıştığı var aklımda yatağa girdiğimde… Salak herif stajı ne yapacaksın, yazın İstanbul’da ne bok yiyeceksin, düşünsene!
Neyse, fasulyeden’e ilk adım kendi kankası olabilecek bir sosyal platforma lanet kusmamla oldu. Bir dahakine daha sakin ve belki sevimli hatta yaptıklarıyla uyumlu bir yazar olacağım, söz.
Ama twitter’dan çıkmam haa, şimdiden söyleyeyim, birkaç kültür-sanat, birkaç siyaset adamı da katarım gün değerlendirmelerime, bir de öyle denerim, belki düzelir. Ama senden kopmam oğlum twitter, kopamam!
hahah çok eğlendim… ellerine sağlım monşer 🙂
90′ lar ne günlerdi beee 🙂
muhaha iyi başlangıç : ) gerçi fasulyeden kadrosunu sayarken adım geçmemiş biraz üzüldüm huehuhe neyse ikinci yazıda telafi edilsin : )))
görsel buğranın mı ya : )
Siteye yeni soluk gelmiş, iyi etmiş…
Vecize Buğra’ ya ait.
@canoglan Aziz’e kufretmek disinda kullanmiyorsun twitteri aktif, o yuzden simdilik aklima gelenler kadrosunda yoksun 🙂
@altar vecizeler iyi abi ama 90larin ilk yillarina calismam lazim biraz.
çok eğlenceli bir yazış stili takipteyiz 🙂
tivittıra üye oldum, sağda solda seni sordum monsieur. ama elbet bulacağım seni…
tosun olur da ben olmaz miyim diyerek eksik kalmadim.