Ya işte yazılar, yorumlar filan…
Bu siteyi ve burada ne yapmaya çalıştığımızı neredeyse etrafımdaki herkes biliyor. Zaten bir kısmı yazıyor, bir kısmı okuyor, kimisi de sıkıcı ve anlamsız buluyor. Ama normal şartlarda tanımadığım, herhangi bir sebepten dolayı bir anlığına da olsa yan yana gelmek durumunda olduğum, fasulyeden.com adresinde ikamet eden bir siteye girdiğimi gören herkes aynı soruyla başlıyor muhabbete: “Bu site ne?” Önce sen kimsin, sonra sana ne? Zaman zaman bu şekilde kesip atamıyorsun tabii. Misal iş yerinde müdür yardımcısı gelmiş yanına, görmüş sitede dolandığını, sonra da sormuş bu ne diye. Nasıl izah edersin?
– Ehe, bizim sitemiz. Arkadaşlarla birlikte yapıyoruz.
– Peki ne var bu sitede?
– Gündeme dair yazılar, yorumlar filan var.
– Hıı, iyiymiş, hadi kolay gelsin. Haftalık yorumu kaydettin mi sen?
– Eeöö… Hemen hazırlıyorum.
Böyle oluyor aşağı yukarı. Ama FasulyedenKom’u bu şekilde yalandan tarif etmek de koyuyor be abi. Sanki kolayına kaçmışım, hakkını vermiyormuşum gibi… Basit bir şeymiş gibi, sıradanmış gibi…
Ama ne dersin ki? Biz, bizi çevreleyen bu anlamsızlıktan sıkıldık. Genciz, gerginiz ama yorulduk. Çıkış yolu arıyoruz, anlam arıyoruz, anlam veriyoruz. Senin hayatının anlamı saydığın şeylerden nefret ediyoruz. Kariyerin canı cehenneme, biz nefes almak istiyoruz. Bize hak görülenden fazla nefes…
Bunu söyleyebilirim mesela bir çırpıda. Ya da derim ki “Site işte, yazılar var, yorumlar filan var.” En güzeli de bu hakikaten…
Yazmaya nasıl başladığımı düşündüm geçenlerde, bir ara Tribündergi forumunda da yazmıştım sanki. İlkokulda kapağında ninja kaplumbağalar olan kareli bir defterim vardı. Yaptığım işin adının günlük tutmak olduğunu bilmeden o deftere notlar düşüyorum günden güne. Ama yani ilkokul çocuğunun günlüğü ne olur ki?
“Bugün köfte-patates yedim, bayılıyorum bu yemeğe.”
“Öğretmen beni tahtaya kaldırdı, çözdüm soruyu, aferin aldım.”
“Bugün ilk 0.5 kalemimi aldım, 0.7’den sıkılmıştım, güzel oldu.”
Konsept bu yani…
İlkokuldan sonra, Manavgat Anadolu Lisesi’ne gidebilmek için evden ve Demre’den ayrılıp bir yurtta kalmaya başlamıştım. Fethullahçıların yurduydu. Orada birkaç arkadaş dergi çıkarmıştık. Adı Dünya’ydı. Nasıl ve neden böyle bir şey yaptık bilmiyorum. Harçlıklarımızla kalem, kağıt, makas, uhu filan aldık. Etüd salonundaki masayı ve kullanılmayan bir çelik dolabı bir araya getirip kofti bir dergi ofisi yapmıştık. Yazılarımızı elle yazar, çeşitli gazetelerden kestiğimiz resimleri uhu ile kağıda yapıştırır, sonra da kırtasiyeden fotokopi çektirip dağıtırdık. Şimdi düşünüyorum da fanzin ne demek bilmezken ilk fanzinimizi o zaman çıkartmışız. Vay anasını…
Sonra yurt müdürü öğrendi hadiseyi. Çok da hoşuna gitmişti. Zaman Gazetesi Manavgat bürosundan eski bir daktilo getirtildi bizim için. İlçedeki cemaat örgütlenmesinin önde gelen üyelerinden bir tanesinin kırtasiye dükkanı vardı. Tüm kırtasiye malzemeleri ve fotokopi makinesi ile emrimizdeydi. Biz de bu nimetlere karşı kayıtsız kalamadık. Derginin ikinci sayısı dini bir sosla hazırlanmıştı. İlk sayımızın kapağında Likya Medeniyetine yer vermişken, ikinci sayımızda, hiç unutmam, kocaman bir “Bugün Allah için ne yaptın?” sorusu vardı. Yani daha o yaşta (11 yaşındaydım o sıralar) satılmış medyanın önce gelen temsilcilerinden birisi olmuştum. Vay şerefsiz geçmişim, vayy…
Kaldığımız yurtta her cumartesi dini sohbetler yapılırdı. Bu sohbetlere cemaate mensup ilçe esnafı katılırdı. Biz de çıkardığımız dergiyi fena sayılmayacak paralara o esnafa satıyorduk. Dergi sayesinde çok güzel cukka yaptık aslında. Dergi yönetiminde olan birkaç velet olarak çoğu zaman yemeğimizi, her türlü abur cubur ihtiyacımızı ve hatta harçlığımızı bu bütçeden karşılıyorduk. Birkaç sayıdan sonra dergi faaliyetine son verirken, herkes ilk girişte koyduğu para oranında çokoprens ve kola ile temettüsünü almış oldu. Çok şükür ki o yurttan kurtulmam çok zor olmadı. Zaten sürekli gerginlik yaşadığımız gerizekalı bir ortamdı ve bardağı taşıran son damla benim de dahil olduğum birkaç kişinin akşam namazı kılmamakta direnmesi olmuştu. Sonrası 6 yıl sürecek olan özgür bir öğrenci evi macerası…
Ortaokul ve lisede de sadece kendim için, sadece kendimin haberdar olduğu kendi mecramı yarattım. Her sene başında, o yıla ait bir ajanda alarak tüm sayfalarını dolduracağıma dair kendime söz verirdim. Ocak ayını eksiksiz tamamlarken şubattan itibaren yazılar seyrekleşir ve en iyi ihtimalle mart ayında bu gereksiz eyleme son verilirdi. Tamamlamayı geçtim, henüz bir tane bile ajandayı yarıladığımı hatırlamam. Anlayacağınız tembellik o günlerden kalan bir miras.
Kişisel detaylar bir kenara, kolektif ürünümüz olan FasulyedenKom’un nasıl ortaya çıktığını ise buraya yazanların birçoğu biliyor. Bilmeyenler ve merak edenler varsa onlar için başka bir yazı konusu olsun. Uzun uzadıya, tüm ayrıntıları ile anlatırım yakında.
Satır aralarında çok güzel Türkiye analizleri bulmak mümkün. Eski şairlerin , öykücülerin hayatlarını okurken hep şu anektoda rastlarım: “Yazıları ilk olarak Ankara Sanat dergisinde yayımlandı , Umut dergisinde 1. olan şiiri ile ilk daktilosunu aldı…” gibi. Bu şerefsiz oğlu şerefsiz ÖSS muhabbeti girdiğinden beri ,’yazmamaya ,okutturmamaya,düşündürtmemeye” başladılar gençleri sanki. Yazı yollayacağınız bir kaç dergi falan var ama oraların durumuda ayrı. Şimdi herkes köşe yazarı , herkes blogcu, herkes forumcu..Bugün ‘onpunto’ da çevre yapıp yazılarınızı tıklatırsanız 20-25 lira kazanabiliyorsunuz.Ne bileyim yazılarınızla dikkat çekip gazetelerde taraf olabiliyorsunuz. “Antu’da yazıyorum olm ben ” “Forza’da pis ayarı verdim ben ama” “Geçen ultra’da alıntı yapmış bana”…Neyse karıştı konu..Ama böyle bir yazı güzel zihin açtı.Tüm abilerime teşekkürler.Hizmet’e devam. (SIZINTI-MART SAYISI)