Kendimle Konuşurken
“Karanlıktan korkan bir çocuk masumluğuyla mutluluktan korkarsın. Sen busun…”
İltifat mıydı bu, yoksa aşağılıyor muydu beni? O anda aklından ne geçiyordu? Sormadım. Soramazdım çünkü.
Bambaşka şeyler vardı aklımda konuşacak. Neredeyse bir yıl oluyordu onu görmeyeli. Özlemiştim. Çok özlemiştim. Hep yanıbaşınızda olmasını istediğiniz insanlar vardır ya hayatınızda, hani hayatınızdaki mihenk taşlarından birisi olarak gördüğünüz… “Hayatım bir şekilde onunkiyle keşismeseydi, ben ben olamayacaktım.” düşüncesini ilk kez onun için hissetim ben.
Uzaklarda yaşıyordu şimdi, ben onu kaybetmekten korktukça o bana uzak kalıyordu. Ona ve yanımda olmasına hâlâ çok ihtiyacım vardı, ama sesinin tınısı bile bulanıklaşıyordu artık o aylar süren ayrı kalmalarda. Gecelenin kör karanlığında karabasandan uyandığımda gözlerimi bile açmadan nefes nefese dualarla Tanrı’ya sığınmam gibi, hayatımın karabasanlarından kafamı kaldırdığımda gözlerimi yumup başımı yasladığım omuz onundu. Nefesti o bana, nefes alamadığım anlarda…
Yeni oturmuştuk masaya, ıhlamurundan aldığı ilk yudumda, o beni sorulara boğmaya başlamıştı. Sanki bir senedir çok uzaklarda bir hayat sürdüren benmişim gibi… Benim hayatımda bir değişiklik yoktu, “Bildiğin gibi işte” demiştim “yuvarlanıp gidiyoruz…”. Kaşları çatılmıştı, kızdığında hep yaptığı gibi hızlı hızlı gibi konuşmaya başlamıştı gene. Hayatımla ilgili sorularını arka arkaya sıralamaya başlamıştı. Verdiğim cevaplara mı kızıyordu, yoksa kendini ciddiye almadan konuşuyormuşum gibi hissetmişti bilmiyorum, ama konuşması gittikçe hızlanıyordu.
“Hâlâ mı oğlum ya!” diye girdi lafa. Bana oğlum diye hitap ettiğine göre, bu sefer gerçekten kızmış olmalıydı. Bunu sesinin tonundaki sitemle bastırmaya çalıştığını farkettim. Ama ikimiz de biliyorduk ki, bana sitem etmesi için üzülmesi değil, kızması lazımdı. Ve biliyorduk ki, benim için asla üzülmezdi, sadece kızardı bana. Hep söylerdi bunu bana, benim durumum üzülmeyi değil kızılmayı gerektiriyordu onun fikrinde. Ve şimdi duyguları iç içe geçiyordu. Bana kızdığını hem anlamamı, hem de anlamamamı istiyordu. Geçen süre onu yumuşatmış mıydı yoksa?
Konuşuyordu, ve o konuşurken hep yaptığım gibi dikkatle dinliyordum onu. Arada sözünü kesip bir şeyler diyecek oluyordum, ama sanırım onun benim söyleyeceklerimi dinlemeye niyeti yoktu. En azından bana söyleyeceklerini bitirene kadar.
Beni benim kadar tanıyordu. Ağzından dökülen lafları ruhani bir itaatle dinliyordum. En sevmediğim şeylerden birisi olan bana benim anlatılmam, bir kez daha sözcükler ondan gelince içime işliyordu.
“Daha nereye kadar gidecek bu durum? ‘İnsanoğlu dediğin bokun saklama kabı’ diyerek kendini haklı çıkarabileceğini mi sanıyorsun? Ona bakarsan yazar da demiş ki, ‘Bütün genellemeler yanlıştır, bu da dahil.’ Kaldır kafanı da etrafına bir bak. Seneler geçti, sense hâlâ aynı ırmakta yüzdüğünü sanıyorsun.”
“Aynı ırmakta yüzdüğümü sanmıyorum, suyun akıp gittiğini görüyorum. Ama yüzdüğüm su aksa da, hâlâ bir ırmağın içinde olduğum gerçeği değişmiyor…”
Sorunumuz da buydu belki de. Sorunumuz hep bu olmuştu. Onca kez neden diye düşünüp bulamadığım şey birden gözümün önünde belirivermişti. Birbirimizin aynısıydık, ama farklıydık yine de. Her konuda böyleydi. Şimdi de aynı kelimelerle aynı cümleleri kuruyorduk, ve her nasılsa birbirine zıt şeylerden bahsedebiliyorduk.
Kafamda bunları düşünmeye başladım. Söylediklerini kaçırmaya başlamıştım. Bunu da çok yapıyordum mesela, ama o bunu bilmiyordu. Tam konuşmaya geri dönüp girizgâhını kaçırdığım fikirlerini dinlemeye başlamıştım ki, bu sefer de az az önce kendi kendime bir önceki paragrafı düşündüğümü ve söylediklerini kaçırdığımı farkedip gene sözlerinden koptum. İçimden güldüm, tabii bunu yüzüme yansıtamadan, ve muzaffer bir edayla içimden ona haykırdım, “Bak hakkımda bilmediğin bir şey buldum. Beni çok iyi tanıdığını sanıyorsun, ama hakkımda bildiklerin çölde kum tanesi kadar aslında…”
Tam ona karşı daha yeni kazandığım üstünlüğümün verdiği özgüvenle tekrar dünyaya geri dönüp onu dinlemek için algılarımı açmıştım ki, yüzüme kitlenmiş gözlerini farkettim. Susuyordu. İki üç saniye bile olmamıştı ki, “Evet” dedi, “dinleyeceksen devam ediyorum. Söylediklerimi kendime anlatmıyorum, muhatabı sensin bu cümlelerin…”
Özür diledim. Özrün ardından ağzımdan çıkanlar “Aklım karışık, bazen dalıp gidiyorum bu aralar. Sen devam et, bu sefer dinliyorum seni.” oldu.
Ama aslında çıkması gerekenler “Aklım karıştı, beni bu kadar iyi tanıdığını tekrar görmek aklımı karıştırdı. Sen devam et, bu sefer daha dikkatli dinliyorum seni.” olmalıydı…
Ben uzerimde alinmistim ama ben degilim bu. O yuzden tosun emo olmus diye uzerine gitmeye karar verdim. Hatta alemin en emo insani dea yazdi sandim yaziyi once emo usluptan dolayi ama meger askerde emo olmus cocuk.