Söylediklerin(iz)den bende kalan…
Sorgulanması gereken aslında çıkan değil bence. Yani çıktığında yerine ne yerleştireceğinizi bildiğinizde, aslında çıkanın da çıktığı zamanın da çok fazla önemi olmuyor.
Asıl soru, çıkanlarla birlikte aslında orada olmayana ne yapacağınız.
Eğer ki yerinde sayanlardan eleştiri almaktan korkuyorsanız, yapabileceklerinizin sınırlarını belirlemede de bir kısımdan yardım almak yerine kendi içselliğinizle birlikte küçük kapalı çevrelere yönelmeniz doğal bir davranış olarak görülür çoğunluğa dahil kişiler tarafınca.
Fakat zaten asıl sorun da orada başlıyor kimileri için. Yani her zaman yerleşiklere ve genelgeçerlere itimat etmeyen, hadi itimat kelimesini kullanmayalım da çok da o döngüye dahil olamamışlar, bir kez olsun bu çemberin içine çekildiklerini hissettiklerinde başlıyor sorun. Ya da en azından, onların öyle düşündüğüne dair çok ciddi sezgilerim var. Kendinden bilmek olarak adlandırmak istemiyorum, çok köşeli sözlerden kaçınmak hayat düsturum olmuştur zaten şimdiye kadar. Ancak her yandan geldiğinde, karşı koymayı bilmek ya da bilmemek, bilse de uygulayabilmek konusunda zorluklar yaşayan insanların kendi dünyalarında bütün vektörleri bir araya getirebilmelerinde de sorun yaşadıklarını da gözönünde bulunduracak olursak, durumun bu kişiler için şartları ne kadar zorladığını anlayabilmek zor olmasa gerek.
Geçenlerde sevdiğim bir insan çok güzel bir laf etti, “Sevmek, seni seviyorum demek değildir, seni seviyorum derken titremektir.” Tamam bire bir böyle olup olmadığını hatırlamıyorum, bulmak da aslında zor olmayacak, ama bulmak yerine, hafızaya düşmüş kadarıyla da derdimi anlatabileceğimi düşünüyorum. Kaldı ki, o her ne demek isterse istesin, sonuçta söylediklerinden bende kalan kısmı önemli herhalde, ve bende kalan kısmından çıkardığım cümle az çok yukarıdaki gibi bir şey olsa gerek. Öyle olmasa orada olmazdı o cümle.
Yoruluyor insan yine de. Yorulmayanları da var tabii. Yorulamayanları da var. Ya da ne bileyim, yorulmamayı tercih edenler. Yorulmaktan korkanlar var. Yorulmak nedir bilmeyenler var. Yorulduğunda yorganın altına saklananlar var. Yoruldukça kafası daha da karışanlar var. Yorulmayı sevenler bile var. Yoruldukça büyür insan. Belki de o yüzden seviyorlardır. E o zaman, vay yorulamayanların haline… Onlar hep öyle küçük mü kalacaklar? Küçük kaldıklarını farkedemeyenler de olacaklar mı aynı zamanda? Farketseler peki umurlarında olacak mı?
İlk seferinde çok güzel bir söz gibi gelmişti. Mesele arabesk falan olmak değil, eğer doğru olanı anlatıyorsa, nasıl anlattığı önemli değildir. Hem basit olacaksın, hem derin olacaksın, hem doğruyu söyleyeceksin. Hem kendin olacaksın, hem kendinden katacaksın.
Hep düşündüm şimdiye kadar, çok düşündüm. Zeki olmakla alakası yok düşünmenin, düşünmek istediğinde düşünür insan, düşünceye set çekilemez biraz da bu yüzden. Konuşmak başkadır, elinle ağzını kapatırsın, dilini ısırırsın, yapacak birşey bulursun, o sesi ağzından çıkarmazsın. Düşünmek böyle değil ya..Düşüncelerin düşünceleri kovaladığında, hangi birini yakalayacaksın ki. Fizikten de bağımsız bir yerde, sen ondan daha hızlı istesen de gidemezsin. Hızlı gidebilsen, hızını bilebilsen, hızını diyebilsen, belki olma ihtimalinden sözedebilirdik. O zaman durumun nasıl olacağını bilmiyoruz tam olarak çünkü. Sadece tahmin edebilme yetimizin keskinliğine ya da yaratacılığına diyelim, yani kısaca gene bunun için bile düşüncemizin kendisine ihtiyacımız var. Kendi üzerine yıkılan bir evren misali, kendi üzerine yıkılan düşünce yani bir yerde. Ama kendi üzerine yıkılan bir düşünce değil tabii elbette, kendi üzerine yıkılan düşünce. Anlatılacakların üzerinden de çok geçmiş aslında. Geri dönebilsek ya bazen bazı yerlere…
Sınırlamalarla, kısıtlamalarla dolu… İçine sinmeyen… Bir şekilde… Karar veremediğin… Boşa koysan dolmayan, doluya koyduğunda ise koyacak yer kalan, her ahvalde aslında emin olamadığın…
Biraz daha düşünmem lazım sanırım…