Endüstriyel futbola karşı durabilmek
Kayseri maçında lehimize verilen haksız penaltı üzerine kafamda şekillendi bu yazıyı yazmak. Tabi üşengeçliğim sağolsun, anca yazıyorum.
Çıkış noktam maçtaki lehimize yapılan hakem hataları olsa da, daha önce aleyhimize olanları gösterip “bunu da onlara sayın” demeyeceğim. Burayı okuyan rakip takım taraftarları da kendilerine pay ya da polemik konusu çıkarmasın lütfen baştan anlaşalım.
Derdim aslında endüstriyel futbol. Ve endüstriyel futbolun oyunun ruhunu öldürmesi… Merak ediyorum acaba kaç kişi Alex o penaltıyı atarken kaçırmasını istedi içinden. Ya da maç sonunda galibiyete tadına vararak sevinemedi. Ama hakkaten sevinemedi, biraz üzülüp sonra “olsun lan koyduk yine de ” demeyenleri kastediyorum. Sanırım fazla değiliz. Değiliz diyorum çünkü ben sevinemedim. Önce Alex’in o penaltıyı kaçırmasını istedim, olmayınca maç sonunda çıkıp birkaç yöneticinin “içimize sinmedi” demesini, taraftarın “sevinemedik” demesini bekledim. Beklemedim aslında, bu hayalperestlik olurdu. Ne biz ne de başka bir camia bunu yapmazdı.
Peki nedir içimizdeki “olsun lan yine de koyduk” dedirten duygu? İşte hani o reklamlarla, yayın gelirleriyle, sponsorluklarla, yüksek transfer ücretleriyle, kulüplerin şirketleşmesiyle sözü edilen endüstriyel futbol var ya, tam da odur aslında. Kapitalizmdeki bitmek tükenmek bilmez kazanma hırsının, endüstriyelleşme ile futbola sirayet etmiş halidir. Ne olursa olsun kazanmak, en büyük olmak, başarıya giden her yolun mübah olması… Bunlar futbolun içine işledikçe oyunun ruhunu yok ediyor. Oysa biz taraftarların takım tutma sebebi nedir? Her maçı kazanma duygusu mudur? Her sene Fener şampiyon olsa ne kadar zevk alırız bu işten? Ya da en büyük başarı nedir? Şampiyonlar Ligi kupasını aldıktan sonra bir daha maça gitmeyiz artık. Ne gereği var ki, kazanmışız işte en büyük başarıyı. Sonrasında Kadıköy’de bir Ankaraspor maçı kesmez herhalde bizi. Daha büyük heyecanlar, daha büyük maçlar satın almalıyız. Bakın müşteri olmuşuz çoktan.
Fakat müşteri değiliz diyoruz biz. O halde takım tutma sebebimiz farklı olmalı. İçimizdeki salt kazanma tutkusu ya da başarıya tapınma olmamalı. Başka bir şey var içimizde tam da adını koyamadığımız. Sahada o çubuklu formayı görmek, İstanbul’dan kilometrelerce ötede bambaşka bir şehirde bambaşka bir stadda birkaç yüz kişiden biri olabilmek, Fener’in büyüklüğünün başka bir büyüklük olduğuna inanmak, 3-0 geriye düşsen de o maçı çevirebileceğini bilmek, kız arkadaşına “canım cicim aşkım bana gönül koyma Fener’in maçı var” patrona da “hassiktir ordan lan ibne patron Fener’in maçı var” diyebilmek, yüzyıllık tarihi okurken gururlanmak, “varsın elalem şampiyon olsun” diye bağırmak, Alex’in bir çalımında mest olmak ya da Büyükada’ya gidip Lefter’in elini öperken heyecanlanmak … İşte bu değerlerdir camiaları büyük yapan. Taraftarlık ruhu da bu değerlere duyulan aşktan beslenir pek farkında olamasak da. Kapitalizmin bu değerleri yok etmesine izin vermemek için en zor günlerde dahi bir duruşun arkasında olmak gerekir. Başta bahsettiğim fazlaca hayalperest beklentim de bu duruşun bir örneğiydi. Yöneticilerden falan zaten beklemiyorum böyle bir duruşu. Hele bizim camia endüstriyelleşmede dört nala giderken…
Beni üzen nokta, kendilerini müşteri veya seyirci olarak değil de taraftar olarak tanımlayan kimselerin de bu hırsa yenik düşmesi ve büyük resmi görememesi. Endüstriyel futbola karşı var olan tribün kültürümüzü yaşatmaya çalışırken maalesef tam da endüstriyel futbolun istediği gibi hareket ediyoruz. Tribünleri bitiriyor diye Aziz Yıldırım’a sallarken, üzerimize düşeni hakkıyla yapmıyoruz. Başarı mitosuna taparak sistemin istediği gibi davranıyoruz. Yönetimlerin “şampiyon çoktan belirlenmiş” aldatmacalarına alet oluyoruz, hedef gösterilen hakemleri linç ediyoruz. Temiz lig, beyaz sayfalar derken her sene aynı kısır döngü içine girdiğimizi farketmiyoruz. Hakem hatalarının çetelelerini tutup, tencere dibin kara seninki benden kara diyerek bir yere varmaya çalışıyoruz. Oysa ki yönlendirilen kitlelerin bir parçası olmak dışında bir işe yaramıyor bütün bunlar. Herşeyden önce ortada oynananın bir oyun olduğunu unutmasak, bu oyunun içinde hataların da olabileceğini kabullensek, hakem hatalarının da oyuna dahil olduğunu idrak edebilsek, sadece kazanınca değil kaybedince dahi bazı şeylerden keyif alabilsek herşey daha güzel olacak sanki. Endüstriyel futbola karşı duruş tam da bu noktada başlıyor. Kulüplerimizi “piyasa ekonomisinin birer nesnesi” değil de “bizim anılarımız ve hayallerimiz” olarak tutmanın yolu bu bilince sahip olmaktan geçiyor. Bence…
igor reis 10 numara olmuş yazı, ellerine sağlık.
Ee, boşuna kursa göndermiyoruz seni 🙂
Süper yazı.
buna benzer bişiler başka bi sitede bende çiziktirmiştim zamanında.
aynı şeyleri düşünüyoruz.
ingilterede olmuştu sanırım gol atabileceği pozisyonda havadan gelen topu elle tutup hakeme sakatlanan rakibini gösteren futbolcu olayı. di matteo ydu sanırım tam hatırlamıyorum. ama alex o penaltıyı dışarı atarmıydı bu yazıyı okusa gene dışarı atarmıydı o tam bir muamma işte.
eline sağlık.
reis ellerine sağlık. bizim endüstriyel futbola karşı duruşumuz da fasulyeden olmuş, hatta o duruşa bi vuruş kaç kuruş luk olmuş. ki nerde haksız penaltıyı içine sindirememek…
@willenium
Bahsettiğin futbolcu Di Canio idi sanırım..
ortega
eyv.olabilir. di li bişi olduğunu biliyordum da devamı konusunda şüphedeydim.
Bir de Robbie Fowler vardır, ceza sahası içinde düşünce çalınan penaltıya itiraz etmiştir, yok hoca ben düştüm demiştir, azizdir, güzel bir abidir…
Ortada bir paradoks var. Yapilan bir hata var. Herkes hata yapabilir. 50 almaniz gereken sinavda cozdugunuz sacmasapan bir soru icin tam puan alip 70 aldiysaniz gidip itiraz edip “hocam cok sacma puan vermissiniz, benim 50 almam gerekiyor” demezsiniz. Burada yapilan kabullenme hakemin hata yapmadigi fakat kasitli olarak boyle bir penalti verdigi. Boyle olunca “biz buna karsi cikmaliydik” diyor insan. Senaryonun ilkini ele alirsak yani yapilanin hata oldugu dusunursek o sirada hakem ve lehinde karar verilen takim futbolculari penalti oldugu gorusunde. Hatta muhtemelen yere dusen futbolcu da o sirada itildigini, bu yuzden dengesini kaybedip dustugunu soyleyecek. Yani Alex penaltiyi atmasin istiyoruz ama o sirada bizim kabullenmemizden haberi yok onun, penaltiyi hak ettigini dusunuyor. Boyle olunca da yapilan bir hata sonucu atmasaydik keske golu, harbici bir gol atsaydik diye icimizden bir geciririz ama keske Alex disari atsaydi demeyiz cunku o sirada Alex’in pozisyonu tv’den agir cekimle izleyip “bu penalti kolpa lan” deme ihtimali yok. Yani bu penalti sonucu atilan golun Hakan Sukur’un kafasina yanlislikla carpip giren golden farki yok. Olayin diger yonu bunun penalti degil kasten yapilmis bir “hata” oldugu. Ya hakem kasten yapiyor ya da Deivid kasten dusuyor ve hakemi kandiriyor. Bu durumda zaten futbol futbol olmaktan cikiyor, pozisyonlari ileri geri sarilan, bugun bana yarin sana olayina donuyor. Oyle olunca da ilk devre Kayseri de oynanan macta Edu topu gogsuyle durdurunca hakemin cevresini saran ve kirmizi kart isteyip istediklerini alan futbolculardan alinan rovans olarak algilaniyor bu hata. O zaman yere itilip dustugunu dusunen Deivid ve Edu’nun topu elle oynadigini dusunen Mehmet Topuz’un da hata yapabilecegini dusunup futbolu izlemeye devam etmek gerek. Yok hayir bu penalti kasitli yapilmis bir hataydi diyorsak da o zaman ilk mactaki kirmizi da kasitliydi ocunu aldik, ne koduk ama…
Ne güzel bir yazı sahiden…Ellerine sağlık
dea demiş ki: (16.04.2008)
Bir de Robbie Fowler vardır, ceza sahası içinde düşünce çalınan penaltıya itiraz etmiştir, yok hoca ben düştüm demiştir, azizdir, güzel bir abidir…
buna istinaden :
http://football.guardian.co.uk/theknowledge/story/0,,2162140,00.html
Benim tanıdığım Fowler adam oğlu adamdır. Böyle birşey yapmaz. Haddini bil gardiyan..gardiyan aç kapıyı gardiyan.