Bir Duygusal Egzersiz Olarak Futbol
Yaygın bir spor dalı, aidiyet tatmini, eğlence, otorite ihtiyacı, oyun, kısmi toplum afyonu, rekabet arayışı, megalomanlık, din… Bana göre biraz önce saydığım terimlerden rastgele paylar alarak hoş bir karışıma dönüşen ve bütün bu mefhumlardan daha geçerli olanı; duygusal egzersiz.
Futboldan bahsediyorum.
“Futbol, dine ne yönüyle benzer? Birçok insanın ona inanmasıyla ve entelektüellerin ona kuşkuyla yaklaşmasıyla.” (Galeona, 1998)
Desteklediğim takıma, bazıları tarafından yadırganan/küçümsenen ve bazıları tarafından gıpta ile bakılan bir yakınlık içindeyim. Hem manevi hem de maddi olarak düşünebiliriz bunu. Yani küçümsenen ya da özenilen şey takım sevgim. Ve küçümsenen ya da özenilen şey sevdiğim takım ile içli dışlı olabilmem, takımı destek platformlarına doğrudan ulaşabilmem.
Su anda bu satıra kadar ilgisi dağılmadan gelebilmiş olanların da bu şartları benimle paylaştığını düşündüğüm için, kendi şartlarımdan örneklemeler yapmaktan çekinmiyorum.
Dine olan aidiyetini hat safhada yaşayan bir insan ve futbola olan aidiyetini had safhada yaşayan bir insanı ele alalım. İslam ve Fenerbahçe üzerinden gidelim. Herhangi bir karşılaştırma söz konusu değil elbet. Sadece küçük ortak noktalar çıkarmaya çalışacağım.
Bir kültüre ait olma, nesilden nesile aktarma çabası, mevzu bahis kültüre karşı olan vicdani hükümlülükleri yerine getirebilme kaygısı, sembollere olan bağlılık, dogmatik bilinçaltı, sevme açlığını giderebilme, karşıtlar yaratarak yüceltilme… vb. birçok küçük-ortak ayrıntı çıkabilir.
Bence geçerliliği bulunan bu ortak ayrıntıları görmezden gelen muhafazakar aydınların futbol konusunda genel görüşü nedir peki?
Genel olarak futbola, insana gündelik hayatta yaşanamayacak olan yoğun duygular, heyecanlar yaşatan seküler bir din gibi bakılıyor. Elbette batı icadı, putperest bir pagan dini. Baksa bir şey olmasını da beklemiyorduk açıkçası.
Şimdilik muhafazakâr aydınları bir kenara bırakıp, sol entelektüel çevrenin neden futbola sıcak bakmadığı hakkında çıkarımlar yapmaya çalışacağım.
Hayatını bir ideoloji üzerine kurup, temel bağlılık esaslarını bu ideolojilerin gerektirdiği şekilde yaşamını idame ettirmekte olan birinin, icra etmekte olduğu ve çok ciddi bir iş olarak değerlendirdiği zihinsel savaşı her saniye göz önünde bulundurarak, futbol ile gereğinden fazla ilgili olduğunu düşündüğü kitlelerin icra etmekte olduğu zihinsel ve fiziksel savaşı yeterince ciddiye almadığı bir gerçek. Ciddi adamların hayatında “çocuksu keder ve neşelere” yer yok elbet. Fakat kendi hayatında yeri olmadığı gibi, harici kitlelerin hayatında da yer almaması gerektiğini düşünmekte. Sadece bunu düşünmeyip, futbol ile yatıp futbol ile kalkan insanların içinde bulunduğu durumu kullanarak bakış açılarını, mücadelelerini ve bilincini yüceltmekte.
Genellikle sol görüşlü çevrenin eleştirisi bu yönde. “Gençlerin militarist ve devrimci içgüdülerinin futbol gibi zahiri ve kimseye bir yararı dokunmayan bir dava peşinde örselendiği” konusunda entelektüel birikimlerinden son derece eminler.
Bu görüşlerin haklilik payı olduğunu kabul etmemek haksizlik olacaktır elbet. Buradaki hata, “toplum afyonu” terimini getirirken sınırların yeterince spesifik çizilememesidir. Küçük örneklerden genel yargılara varılıp, futbolu söylenilen şekilde, bir afyon niteliğinde kullanmayan kitleleri de kapsama girişimidir.
“Bana 150 bin kişilik bir uyku tulumu yapın.”
derken İspanya Kralı Franco, aslında o tulumun içine giren 150 bin kişinin sadece küçük bir kısmının uyuyacağını bilmiyordu. O küçük kısmın da büyük bir kısmı, orada uyumuyor olsaydı, daha zararlı rüyalar ile uyuyacaktı.
Geçim derdi, para piyasaları, yükselen suç oranı, nükleer tehlikeler, iç dış tehditler, patlayan bombalar, ölen insanlar ve bir sürü doğal olmayan afet içinde, bir esnafın 24 saat futbol tartışmasını hoş karşılayacak değilim. Bir yararı olmadığı açıkça gözüktüğü gibi, gayet zararlı da duruyor buradan bakınca. Toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeyip, gerektiği zaman hakkını aramayıp, her şeyi otoriteye teslim etmiş bir insanın 7/24 futbol konuştuğu ve bu hususta kafa yorduğu düşünülünce “herkes için gerekli olan militarist duyguları futbol köreltmiş” demek abes kaçmıyor. Bu açıdan bakınca futbol, asil ve mütevazı görevi olan “duygusal egzersiz aracısı” olmaktan hayli uzaklaşıp zararlı bir kurum olarak göze rahatlıkla çarpıyor.
Bir taraftan da, aynı esnafın, kafa yorduğu ve delicesine bağlandığı mefhumun futbol değil de, içindeki bir yerlere ait olabilme güdüsü gereğince, daha zararlı bir muhafazakârlık çeşidi (en sağdan en sola kadar uzanan radikal ideolojik inanışlar) olduğunu düşünelim? Bu ideolojilerin her birinin “önce insan” sloganıyla yola çıkıp, birbirlerini körükledikçe, hayallerindeki gibi bir devlet/dünya yaratabilme yolunda insan hayatını hiçe saydıklarını bilmiyor muyuz? Biliyoruz, ve her gün tanık oluyoruz. Amaca giden her yol mübah değil miydi?
Söylemeye çalıştığım şey şu: Çevresel etkenlerden organizmaya bulaşan dogmatik bir inanışa saplanacak bilinçte bir insanin (7/24 futbol düşünen esnaf veya aileden gelen bir din kültürü ile gericiliğe gark olmuş bir insan) kafa yorduğu şeyin futbol olmasını tercih ederim. Uzun soluklu hırsların hâkim olduğu bir dünyanın yükünü hafifletmek için futbol ve benzeri uğraşların varlığı nitelikli de sayılabilir.
Dinlere dönelim.
Günümüzde kendi inanışının doğru olduğunu kanıtlamak için kullanılan en yaygın yöntem nedir?
Diğer inanışların zaaflarını açığa çıkarmaya çalışmak. Elbet yanlış, ama genel olarak ruhani hususlar söz konusu olunca, bir doğru yanlış, iyi kötü karmaşası yaratılmadığı sürece insanları inandırmak hayli güç. Yani bir Müslümanın Katoliği, bir Katoliğin Yahudiyi hedef olarak göstermesi doğallaşıyor. Birbirlerinin zaaflarını kullanarak mükemmelliğe ulaşma çabaları olağanlaşıyor.
Futbola dönelim.
Günümüzde, kendi takımının daha asil, daha tutulası ve sevgiyi daha fazla hak ettiğini kanıtlamak için kullanılan en yaygın yöntem nedir?
Karşıt yaratmak. Sonra bu karşıta olan nefreti aşılayarak, nesilden nesile aktararak, kendi büyüklüğünü vurgulamak. Bir kötü yaratmıyorsan, kimseyi iyi olduğuna inandıramıyorsun.
Buradan futboldaki rekabete atlamış oluyoruz. Beni küçükken Fenerbahçeli yapan babamın, babası Fenerbahçeli değil de Galatasaraylı olsaydı eğer, babam bana Fenerbahçe nefreti aşılayacaktı ve ben (muhtemelen burada değil) Fenerbahçe üzerinden değil de Galatasaray üzerinden örneklendirmeler yapıyor olacaktım. Hatta belki ben de Galatasaray’ın büyüklüğünü Fenerbahçe’nin küçüklüğü üzerinden yüceltiyor olacaktım. Yani takım sevgisinin de aslında gayet çevresel etkenler, aidiyet ve bir şeyleri sevme ihtiyacı, iyi kötü yaratma arzusu gibi besinlerden yararlanan bir olgu olduğunu görebiliyoruz.
Buradan da diyalektik çözümlere varma yetisi sınırlanmış, çevresel etkenlerin bütün hareketlerine yön verdiği ‘muhafazakâr’ bir yaşama atlamış oluyoruz. Otoriteyi kabul edip kendi sorumluluğunu azaltan, bir takıma bağlanıp işleri otoriteye bırakan veya otoriteyi hiçbir koşulda kabul etmeyip (haklı olduklarında bile) radikal bir muhalefet benimseyen insanların ortak noktalarına çıkıyoruz.
Ve futbolu, ve dini, ve devleti, ve ideolojiyi analiz ederken; bu insanlardan uzak duruyoruz.
İşbu sebeplerdendir ki futbol; yaygın bir spor dalı, aidiyet tatmini, eğlence, otorite ihtiyacı, oyun, kısmi toplum afyonu, rekabet arayışı, megalomanlık, din ve bunların yanında bir yığın amacına hizmet etmekten uzak terimlere meylediyor.
Ama, radikal örnekleri ekarte edilmiş –kendimce- doğru bir analiz ile, arada bir hayatın uzun vadeli genel akışından kopup, kısa süreli hedefler, arzular, öfkeler, sevinçler ve hüzünlerden oluşan bir ‘duygusal egzersiz’ olduğu sonucuna tekrar varıyorum.
10 numara!
Al sana fasulyedenkom uzerinden sosyolojik arastirma. Ayni yazarin bir onceki (magazin) yazisi 14 yorum alirken, bu (sosyal) yazi sadece 1 yorum almis…
ama çok uzun yazmış be karrdeşim 🙂