Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Tag: raporlama

Sıcak yatak, soğuk sabah, sıcak çorba, soğuk hayat…

Size kimsenin bilmediği birşey söyleyeyim mi? Hayatınızı idame ettirebilmek için çalışmak zorundasınız. Bu kısmı belki biryerlerden duydunuz ama çalışabilmek için takım elbisesinden, ayakkabısına türlü şey almak ve bunların parasını ödeyebilmek için de çalışmak zorunda olduğunuzu kimse söylememiştir. Daha çok çalışmak, daha çok kazanmak koşuşturmacasının en güzel ve en saf durağı yatak heralde. Ötesi iflah olmaz çirkinlikte nitekim. Sabahın 6’sında, hele kış aylarında sıcacık yatağından çıkıp nasıl atarsın kendini buz gibi sokağa? Hangi vicdanla? Cevap belli tabii de, bu sabah otobüs durağında sigara içip servis beklerken şunu düşündüm. Sen çalışırken başkasının paza kazanması kadar sinir bozucu bir durum yok arkadaş. Bu bir tersane işçisi için de geçerli, mağaza tezgahtarı için de, sigortacı için de... Şimdi uluslararası bir firmada, sabah 8, akşam 6; 3 kuruş kazanacağım diye yırtıyorum ya bir yerlerimi, kendi işim olsa, hiçbir allahın kulu sabahın 8’inde açtıramaz bana o dükkanı. Haliyle hiçbir kuvvet kaldıramaz beni o sıcacık, o yumuşacık, o omuriliğime göre şekil alan, ortopedik yataktan.

Bireysel Benchmark Eylemi

Kapitalizm dediğin dipsiz kuyu, çalışanlarına boş birkaç saniye bile bırakmama gayretiyle bilimum tiksinme hissiyatını sonuna kadar hakediyor. Çalıştığım kurumda da piyasaların içinde bulunduğu durumdan ötürü ciddi bir stres ve yoğunlukla boğuştuğum birkaç haftanın ardından anlık bir rahatlama ile yaymış, tüm gün gazete okuyan, forward maille gönderilen karikatürlere bakan, her daim Cnbc-e açık bulunan televizyonun kumandasını ele geçirip NtvSpor’a, Dest-i İzdivaç’a kayan, zaten genel halet-i ruhiye itibariyle takım elbiseli, canti çalışan sınıfından oldukça uzakta duran, paspal ötesi ve kirli sakallı birisi olmamın farkedilmesi üzerine, hemen bir iş icat edildi başıma.

Balık nasıl tutulur? Nasıl tutulmaz?

Kimse yazmayınca, iş yine sitenin en başarısız yazarına, yani bendenize düştü. Antalyalı olmama ve daha ötesi yıllarımı deniz kenarında geçirmeme rağmen bugüne kadar sadece 2 kez balık tutma girişiminde bulundum. İlki yıllar önce Demre sahillerinde misina ile gayet iddiasız bir eylem olarak tezahür etti. Sonuç hüsran... İkincisi bundan, nerden baksan 4-5 sene öncesinde Avcılar sahilinde yaşandı. İlkine nazaran daha ciddi bir girişim olsa da, benim olaydaki yegane rolüm "Oğlum lan olmaz sanki böyle" şeklindeki itirazlarımı 3-5 efes extra ile süslemek oldu. Burda da sonuç hüsran ama ben zaten yedek kulübesindeki gamsız futbolcu rolünden öteye geçmediğim için önümüzdeki maçlara bakma gereği bile duymadım. Aradan geçen bunca zaman sonra, bir pazar günü ATBS kişisinin davetine icap etmek gerekti. Yapacak daha önemli, daha keyifli bir işimin olmamasından ve ismi geçen şahsın Dali organizasyonundaki ısrarcı yapısının yeniden kabusum olmasından çekindiğim için iştirak etmekten başka yapacak bir şey yoktu.

İyi bayramlar dedik lan!

Artık bir klasik haline gelen (ya da gelecek olan) “tatil günü iş yerinden yazılar” serisine bir katkı daha yapalım. Ramazan Bayramı’nın şeker adı altında tatil olarak değerlendirilmesine karşı çıkan, ama yine de bayram tatilini 9 güne çıkartmaktan geri durmayan pek şaaane iktidarımızın vermiş olduğu kararın aksine Pazartesi yarım gün ve Cuma günü tam gün olmak üzere çalışıyorum. Bu da yetmezmiş gibi –ki hiç bir zaman yettiği vaki değildir- Perşembe gününe konan mesai ile “lan ne bayramı, ne tatili, gene iş, gene iş” diye köpükler saçmaktayım ağzımdan. Ve hasıl olan can sıkıntısından, bu halet-i ruhiyeyi gözbebeeemiz bu siteye aktarmak niyetindeyim.

Kara Cuma

Cuma günleri ne tatlı, ne şeker, ne sevimli günlerdir değil mi?  Öğrenciysen haftayı ödev, proje, bir ton ıvır vızır şeyle geçirmişsindir; çalışıyorsan sinir, stres, uykusuz sabahlar, müdürden azar işitmeler daha bir gerçek, daha bir can sıkıcı bir ton sıkıntıyla. Ama Cuma geliverince o an için upuzun olacakmış gibi gelen yerine ve kişisine göre bol uyku, belki bol eğlence, tembellik, miskinlik, adeta cennetten bir köşe tadında haftasonuna ramak kalmış bir hissiyat... Lakin kazın ayağı her zaman öyle değil.

Buram buram Dolmabahçe Sarayı

Daha önce yazdığım şu yazıda Topkapı Sarayı izlenimlerini paylaşmış, yazının sonunda Dolmabahçe izlenimleri ile devam edeceğim demiştim. Kültür ve tarih yazı dizisi gibi oldu, değişik oldu, güzel oldu bence. Ahan da Dolmabahçe yazısı ile devam ediyorum. Öncelikle Dolmabahçe Sarayı’nın önünden trilyon kere geçmiş, hatta Dolmabahçe tarafındaki kale arkasından Beşiktaş Kapalısı’nın sesini bastırmaya çalışmış birisi olarak birgün olsun “lan girsek mi içeri” tarzı bir yaklaşımda bulunmamış olmaktan dolayı utanç duyduğumu belirterek başlayayım.

Buram buram Topkapı Sarayı

İstanbullu olmayan ama senelerdir İstanbul’da ikamet eden birisi olarak, çokca da boş vaktimin olmasına rağmen, çokca da tabiri caizse orada, burada fink atmama rağmen yıllardır Dolmabahçe Sarayı’nı, Topkapı Sarayı’nı görmemiş olmanın yüzüme vurulmasının ardından şimdi bugün her iki sarayı gezmiş, hatta cüzdanına bir de Müze Kart sıkıştırmış birisi olarak karşınızda bulunuyorum. Tarihi yedim, yuttum diyebilirim. Aslına bakarsanız bir 10 sene daha gezeceğim yoktu. Gizem İstanbul'a gelince ve büyükbabasının telkinleriyle bu ziyaretine kültür turizmi huviyeti vermemiz gerekince yolumuz önce Dolmabahçe'ye, sonra Topkapı'ya düştü. Bu vesileyle de iki sarayı gezip, güzel vakit geçirdik.

Madde madde değil, dümdüz karamsarlık

Her zamanın ve her insanın hayata savaş açan kahramanları vardır elbette. Ya da insanı buna inandıran bir anarşist yatıyordur gönlünde. Kimbilir, biz aslında kapital dünyanın kapital rezilliklerini kapital bir fahişe faziletinde yaşar, yaşatır, yaşamlandırırken, içimizdeki o anarşistle savaşıyoruzdur da, yüzümüzde bir sivilce olarak tezahür ediyordur savaş sonrası talan haleti. Ya da, işte dedim ya, buna inanmak istiyor insan. Neden? Neden kendi içinde, kendi yarattığı bir yalana inanır ki insan? Ne çıkarı vardır kendini kandırmaktan? Yüzü sivilce tarlasına, yüreği fazilet talanına uğramışken daha mı güçlü olur içindeki anarşiste karşı? Yoksa kapital fahişemiz daha mı kolay satar kendini kapital düzene, ya da kelimenin diğer anlamı ile düzene, düzenlere?

Denizleraşırı bir hazine: Surinam

Tek kelimeyle fantastik. Ne diyebilirim ki başka. Siz hiç gece eve dönerken yolda koala gördünüz mü? Ya o daha restorana oturur oturmaz yöresel kıyafet giymiş "Chica"ların size ikram ettiği taze papaya likörüne ne demeli. Chica ne derseniz, Güney Amerika'nın geyşası diyebilirim. İnsana verilen saygı kıskanılıcak düzeyde. Sokakta bir gence yol sormak durumunda kaldım çatpat ispanyolcamla, beni arabasına alıp gideceğim yere bıraktı çatpat türkçesiyle. Çok canayakınlar, hatta bazen o kadar canayakınlar ki ellerini cebinize sokmakta beis görmüyorlar. Evet, kapkaç Surinam'ın da kanayan yarası ne yazık ki. Kişi başına düşen gelir sıralamasında sonuncular ama ironik bir şekilde bundan gurur duyuyorlar. Bunu şehrin ana caddelerinde yarı çıplak "Fisca" satmaya çalışan veletlerin suratındaki gülümsemelerden de anlayabiliyoruz. Çatpat diyorum niye gülmek, çatpat diyor yaradan güleni sevmek. Evet, din onlarda da büyük bir olgu.