Tekel eylemlerinde PKK barnağı…

Toplum zaten buna teşne; elinde kırmızı pankart taşıyan protestocuya PKK’lı demek en kolay müdafaa, soyutlama yöntemi. Kahvehane ahalisi çok sever bu yaftalamayı. Lakin Türkiye gündemine oturan bir eylem ile ilgili koskoca ülkenin koskoca bakanı bunu dillendirebiliyorsa, bu cüreti kendisinde bulabiliyor, açıklamalarında mesnet zorunluluğu görmüyorsa, artık izahın da izanın da yapacağı şey kalmamış demektir.

Devlet Bakanımız Hayati Yazıcı Tekel eylemlerinde PKK parmağı olduğunu söylemiş. “İşe şeytan karıştı” buyurmuş. Tabii sonra tornistan etmiş, “yok canım öyle bir şey söylemem söz konusu değil” diyor.

Tekel işçilerinin beleşçi kan emiciler olduğuna dair yeterli manipülasyon yapılmıştı halbuki. Hatta gerizekalı bir kitle Tekel protestosunu da protesto etmişti. Yeterli görülmemiş olacak ki, bu kahvehane güruhu da eylemin karşısına çekilmeye çalışılıyor.

Bu da yetmezse Vakit gazetesi “Tekel eylemcileri kuran yaktı” der, ne bileyim, “peygambere sövdü” der, dincileri de Cuma namazı çıkışı Tekel çadırlarına saldırırken görürüz.

Ha zerre umrumda olmazdı ya, yandaş medyanın haber portallarından birisinde bir okuyucu yorumu gördüm, koltuktan düşürüyordu:

“Bakan yanlış biliyor. İşin içinde PKK olsaydı, Başbakan anında tatlıya bağlardı”

Aha, gol!

4 Şubat Grevi

Tekel işçilerine destek amacıyla başlatılan 4 Şubat Genel Grevi’ne destek vermek amacıyla siteye erişimi bir gün durdurduk. Hiçbir amaca hizmet etmediğini, kendi çapımızda çalıp oynadığımızı düşünüyor olabilirsiniz, evet; biz de öyle düşünüyoruz… Ancak ataletin ilk ve değişmez vatandaşlık şartı olduğu ülkemizde ekmeği için direnenlerin yanında olduğumuzu gösterelim, tarafımızı belli edelim derdindeyiz.

Yoksa neden küçük bir karınca su taşısın Hüseyin’e?! Ne kadar manasız değil mi?

Dünyanın En Gereksiz Yazısı

Ya mesela bulaşık yıkarken uzun kollu giyeceğin kollarının sürekli düşüp ıslanarak insanı tilt etmesi var. Ben ona da karşıyım. Ama bu karşındalığım yeterince önemsenmiyor. Hak – hukuk demokrasi naraları atılıyor. Çok güzel esip gürlüyorlar sağda solda. Ama benim kaygılarım yeterince önemsenmiyor.

Ben yeni bi ideoloji kuracağım. Adı Chuckizm olabilir ama tam olmayabilir de. Chuckcılık diyerek ‘benim de kürt arkadaşlarım var tabi ama…’ softluğuna büründürebiliriz. Tanrısal bir gücüm olsun ideolojinin orta yerinde. İsmimi veren kişi bütün barlara girebilsin. İsmimi yeterince zikretmeyen (ortalama 60 yıllık bir ömür için biçtiğim taban zikretme sayısı 79450’dir) satılmış, hain ve pis bir adam olarak duyurulsun. İnsanları sike sike çağdaşlaştırsınlar gelecekte ideolojimin savunucuları. Ben öldükten sonra toplumun bekası üzerine de düşünmesinler. Ben yeterince düşündüm. Uygulasınlar.

Ya da vazgeçtim. Sosyalist bir duruşu da olsun ideolojimin, inceden. İspanya’da Barça, İngiltere’de Liverpool, İtalya’da Livorno, Türkiye’de Adana Demirspor sempatizanlığını resmi olarak legalize edelim. Yoldaşlara duyuralım, bu güzide camiaların atkılarının bulunması salık verilsin. Ama şimdiden uyarıyorum, ileride ideolojimin temsilciliğini üstlenecek olan örgütlenmeler kara kuru kızlarla dolmasın. Çocukları da İstiklal’de dergi mergi satmakla uğraştırmasınlar, kışın soğuk oluyo.

Liberal mi olsa az buçuk? Yükselen ideoloji falan diyolar ona da uydurabilirim. Konjoktur, paradigma, proleterya ve statüko kelimelerini günde en az 20 kereyi bulmak üzere kullanmak kaidesi gibi bir zorunluluk getireceğim ama. Çok afili duruyo öyle. Şeklimiz olur.

Yok ya vazgeçtim siyaset miyaset işleri bana göre değil. Unutuyom ben zaten kelimeleri. Etkili kullanamıyom kriz anında. İdeolojiyi yazmaya kalksam 40 kere ekşi sözlüğü açıp bakmam gerekecek. Şimdi kim uğraşacak? En güzeli işlek bi yerde büfe açmak. Sigara zammından iki gün önce sigaraları zulalamak, zam günü ortalığa çıkarmak. Kimse değinmemiş, değineyim dedim.

Kerata ya. Mesajı da verdi giderayak.

2010

“2010’a giriyoruz, helelöle” çoşkusundan alabildiğine uzağım. Neden? Çünkü gerçekçi; ve gerçekçi olduğum kadar karamsar bir insanım. 2009’a da benzer çoşkuyla giren tam 56 denek üzerinde yaptığım incelemede içinde bulundukları yılın rakamsal değerinin hayatlarına olumlu ya da olumsuz bir etkisi olmadığını gözlemledim. Aynı 56 denek şimdi de geldi diye göbek attıkları 2009’un bitmesi için nasıl bir heyecan içindeler, tasvir edemem. Boş konuşmuyoruz, sosyolojik gözlem yapıyoruz burda.

Sen bir bok beceremedin diye yılın ne günahı var da kuyruğuna teneke bağlayıp kovalıyorsun? Ya da hayatın normal akışı seni iyi bir yere getirecekse, yıl nedir, ay nedir bebişim? 2010’muş. Pehh… Al işte akaryakıt, sigara ve alkol zammıyla giriyorsun! Hayrını gör!

2009’a Ankara’da doğalgaz zehirlenmesinden ölen öğrencileri konuşarak girmiştik. AKP bürokratlarının ne denli çirkinleşebileceğini bir kez daha hatırlatmıştı bu hadise. 7 üniversiteli genç yeni yıl eğlencesinden cansız çıkmış, doğalgaz bilmem nesi bürokrat da, ölenler çıplaktı açıklaması yapmıştı.

Bu olayla başlayan 2009 boyunca kimbilir, belki binlerce insanımız bir hiç uğruna öldüler. 2010 için tek temennim insan hayatının bu kadar ucuz olmadığı bir yıl olması yönünde.

Onun dışında zaten boktan bir yıl olacağı çok belli. İşte akaryakıta litre başına 20 kuruş zam geldi. Artık her depo 10 lira pahalıya dolacak. Yıl içerisinde en çok alkol tüketimine bu gece tanık olacağız ve çoğu alkol bardağının yanına bir de sigara iliştirilecek ya; aha size alkol zammı, ahan da sigara zammı… (Artık zamlarında bile bir şiirsellik var adamların. Öyle odun sokar gibi değil, bir incelik, bir derinlik var. Tabii anlayana…)

Neler olacak? Konuşulanlara göre ekonomik kriz W yapacak (W ne a.k.?), reel sektör bu yeni kırılımdan oldukça fazla etkilenecek. Ergenekon zaten sarpa sardı, devletin kurumları arasında müthiş bir savaş var. Kürt açılımı da elimizi yüzümüze bulaştı, kimbilir daha nelere gebe… Domuz giribi devam ediyor, o bitse de sırada başka gripler de vardır muhakkak. Eşek, zürafa, koala… Allah ne verdiyse… Elektrik, doğalgaza zam. Yetmedi, metrobüse zam, akbile zam… Ev kirasına zam, ona zam, buna zam da maaşa zam? Yok sana zam!

Değinmezsem içimde kalır, Ulaştırma Bakanı sanki “hızlandırılmış gibi yapılmış trenler” yüzünden yüzlerce insanı öldürmemiş gibi “2010’da uçak yapalım” dedi. Oyuncağını yapsaydık keşke önce. Belki daha az insanı öldürürdük…

Neyse; dilediğince kutla 2009 bitti diye, 2010’nun da hayrını gör…

Beyaz Fanila’da FRK muazzam noktalamış yazısını; aynen kopyalayalım:

Ey benimle bunca çetin işler görmüş yiğitler,
Bugün dertlerinizi şarapla giderin
Yarın engin denizlere açılacağız…

Tevekkeli içimden garip bir ses al demiri git diyor!

Dönüşüm Yılları

Yazının başlığını bir kitaptan esinlenerek yazdım. Altan Öymen’in “Değişim Yılları” adlı kitabından. (Herkese tavsiye ederim bu kitabı ve sonrasında çıkardığı “Öfkeli Yıllar” ve hatta öncesinde çıkardığı “Bir önem Bir Çocuk” adlı kitaplarını. O dönemleri oldukça sade ve detaylara boğmayan şekliyle yazıvermiş Öymen)

Kitabın adından esinlenmiştim dedim ya, günümüz Türkiyesi’nde yaşanan olayları aslında bu “dönüşüm” kelimesi karşılıyor. Tabi ki bu kelimeden çok daha iyi olanları vardır, aramızda bunu ortaya koyacak arkadaşlar da vardır. Bu kelime de benim naçizane denemem. Belki bir hipotez oluşturacağım, belki de kafamın içindeki soruları daha da geliştireceğim. Başlayalım bakalım.

Bildiğiniz üzere Cumhuriyet 1923 yılında kuruldu. Fakat bu bir gelişim modeliydi. Öyle bir anda gökten zembille inmedi. Gökten zembille inmediği gibi dirayetli kurucusu olmasaydı farklı bir meşrutiyet senaryosu olma ihtimali kuvvetliydi. İnsanoğlu kabaca mutlakiyet-meşrutiyet-cumhuriyet aşamalarını geçerek bugünkü modern devletler düzeyine ulaştı. Hala gelenekçi devletler de var, yok değil elbette. Ülkemiz özeline dönersek bu dönüşüm süreci aşılması gereken birtakım zorluklar içermekteydi. Çok kültürlü, çok dilli, çok etnisiteli bir yapıdan tekçi bir devlete, yani Ulus Devlet‘e dönüşüm hiç de kolay değildi. Ama birtakım tarihi zorunluluklar, savaşlar ve göçler bu dönüşümü hızlandırdı. Radikal kararlar, devrimci hegemonya ile birleşerek bir ölçüde başarılı oldu. Fakat dönüşüm sancıları giderilemedi. Hatta ilerleme tam hızıyla gitmesi gerekirken bir korumacılık içine girildi ve iç hesaplaşmalar devrimci hegemonyanın meşruluğunu sorgulanır hale getirdi. Ve bu sırada çıkan İkinci Dünya Savaşı ülkeyi koymuş olduğu hedeften oldukça uzağa taşıdı. Ama asıl darbe bu savaştan değil; savaş sonrasında başlayacak olan Soğuk Savaş sürecinden geldi. Ülke kendi ayakları üzerinde değil de başkasının yardımı ile ayakta durabileceğine inandı. Bir taraf seçmek gereğini hissetti ve seçti.

Bu süreci daha detaylı olarak analiz etmeyeceğim elbette, çünkü konumuz bu değil. Konumuz bu sürecin artık bitmiş olması. SSCB’nin dağılışı ve Berlin Duvarı’nın yıkılışı yeni bir dünya’nın habercisi oldu. Soğuk Savaş bitmişti ve yeni bir dünya inşa ediliyordu. Bu yeni dünyada bize düşen rol ne olabilirdi? Her zaman girmek istediğimiz Avrupa Birliği mi, İran’la ve Rusya ile bir enerji birliği mi, Türkî Cumhuriyetlerle ortak bir devlet mi yoksa İslam ülkelerinin liderliğini üstlenmek mi?

Bu sorular uzun zamandır tartışılıyor. Tartışılmaktan öte soğuk savaş biçiminde devlet organları içinde gerçekleşmekte. Bu dönüşüm sancıları yeni bir dünya düzeninde Türkiye’nin yeri ile alakalı olsa gerek. Kısır bir iç hesaplaşma, basit bir devleti ele geçirme amacı içerdiğini düşünmüyorum. Arkasında çok daha büyük olayların yer aldığına inanıyorum. Bu inanış komplo teorileri şeklinde değil elbette. Bu savaştan galip çıkanın amacının ne olduğunu merak etmekteyim sadece. Kendime göre cevaplarım var ama net değiller.

Bu sebeplerden dünya coğrafyasında en çok siyasi çekişmenin yaşandığı ülkelerin başında geliyoruz. Bu alanda ilk 5’e rahat gireriz. Kimsenin bizim kadar sorunu olabilir mi bilemiyorum. Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Demokratik açılım, AB’ye üyelik süreci, İran ile ikili ilişkiler, Irak’ta neler olacağı, Rusya ile enerji ortaklığı, BOP meselesi, İslam ülkeleri liderliği, Afrika açılımı, Güney Amerika ile ticari ilişkilerin gelişme sıkıntısı vs… İç meseleleri yazmadım bile gerisini siz hesaplayın.

Evet, artık ciddi bir Dönüşüm yaşıyor ülkemiz. Soğuk savaş sürecindeki gibi “vatan, millet, Sakarya” ile aşılabilecek(?) gibi değil problemlerimiz. Kalıcı çözümler üretebilme, özgür dünyada var olabilme mücadelesi vereceğimiz zamanlar gelmiş bulunmakta. Gazetelerin, televizyonların anlattıkları sadece fotoğrafın çok küçük bir parçası. Fotoğrafın asıl kendisi bu anlatılanların içinde. Bu fotoğrafı göremezsek hiçbir problemimizi çözebileceğimize inanmıyorum.

Kozmik odalarda ışıksızız, katıksızız, viraneyiz!

18 Aralık 2007‘de dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt “PKK Kampları bizim için BBG evi gibi…” demişti. Bugün, 28 Aralık 2009‘da, Genelkurmay Karargahı’nın en mahrem sırlarının yer aldığı söylenen Kozmik Oda, hakimlerin, savcıların, belki emniyetin, yüksek ihtimal yandaş medyanın BBG evi gibi…

O değil de, Bülent Arınç’a suikast iddiları nasıl döndü, dolaştı TSK’nın en mahrem yerlerine geldi, TSK’nın en mahrem yerleri nasıl bu kadar dokunulabilir oldu, inanın hiç bir fikrim yok an itibariyle…

Türkiye çok çetin, çok sancılı bir süreçten geçiyor, hepimiz tanık oluyoruz. Kozmik odalarda ışıksızız, katıksızız, viraneyiz…